Bu güncellemede ağırlıklı olarak bağımsız inisiyatiflere yer versek de, kurumsallaşmış ancak inisiyatif alan oluşumların da incelenmesi gerekiyor. Kurumsallık ile tüzel kişiliğe sahip olan, bir hizmet ya da ürün satışı ile gelir elde ederek ayakta kalan oluşumları kast ediyoruz. Diğer bütün bölümlerin ilk sorusu ortaktı, bu yüzden aynı soruyu size de sormak istedik: Bağımsız sanat oluşumları dediğimizde, en başat kavramlardan biri elbette "bağımsızlık". Bağımsızlık sizin için ne anlama geliyor? Kendinizi (bir sanat oluşumu olarak) nelere bağımlı, neleri gözetmek durumunda hissediyorsunuz?
Refik Akyüz: Bağımsızlık en ideal tanımıyla -herhalde herkes bunda hemfikirdir- kendi politikanı belirleyerek kimsenin etkisinde kalmadan sürdürebilmek. Ama bu da çok mümkün değil elbette. Kendimize ne kadar bağımsız desek de çok zengin ailelerden gelen, ekonomik dertleri olmayan insanlar değiliz ve alternatif yöntemler arıyoruz. Ancak yine de bunu yaparken kendi tarzımızdan taviz vermeden, yaptığımız şeyi kendi tarzımıza mümkün olduğunca yaklaştırarak yapmaya çalışıyoruz. Bağımsızlık biraz böyle. Belki dergiyi çıkarırken daha da bağımsızdık, çünkü o sırada bizi destekleyen iki şey vardı: Okurlar ve yine okurlara bağlı olarak reklamlar. O okurların desteği aslında bağımsızlığı sağlayan en büyük unsurdu. Bunu bugünün kitlesel fonlamalarına benzetebiliriz. Proje bazlı ilerlemeye başladığımız zamandan bu yana yine kendi yapmak istediklerimizi yapsak da bazen bize destek verecek kurumlarla bazı şeyleri müzakere etmek zorunda kalıyoruz.
Serdar Darendeliler: Kendi yapmak istediklerimize bağımlıyız daha çok. Çok büyük bir ajandaya bağımlılığımız yok. Kendi yapmak istediklerimize, o dönemde ilgimizi çeken şeylere bir bağımlılığımız var, bu da bağımlılık değil de bağlılık aslında. Taviz verecek bir şey de çok olmuyor. Taviz vermekten ziyade modifiye etmek gerekiyor bazı şeyleri. Bazı kurumlarla ortak çalışma durumu varsa bir orta yol bulunuyor. Çok büyük bir taviz gerektiren bir durum olsa biz de yapmayız herhalde.
R: Şimdiye dek de büyük tavizler vereceğimiz bir durumla karşılaşmadık açıkçası. Örneğin dergi zamanında da biraz burnumuzun dikine giden insanlardık. O zaman sektör reklam vermek için içerikte teknik konuların da olmasını bekliyordu. Ya da internetin daha az kullanıldığı bir dönem olduğu için yurt dışından çalışmalara ağırlık veriyorduk. Buna mualif olan okuyucular oluyordu ama bu politikayı biz belirliyorduk aslında. Ondan beri gelen, kendimizi bağımsız hissettiğimiz bir alan var ve bunu korumaya çalışıyoruz.
Bu güncelleme üzerine çalışırken inisiyatif, kolektif, kurumsal yapı gibi ünvanları da sıkça düşünme şansımız oldu. Bağımsız inisiyatif çoğunlukla sanatçıların bir araya geldiği bir yapı olarak algılanıp; tek kişinin aldığı inisiyatifler, yayınlar, dernekler bu tanımın içinde ayrıksanıyor. Para kazanan oluşumlara ise ticari kurum etiketi çok kolay yapıştırılabiliyor. Muhtemelen siz de benzeri algılarla karşılaşıyorsunuz. Siz kendinizi nasıl tanımlıyor, nerede konumlandırıyorsunuz?
R: Geniş Açı öncelikle üniversitede yayınlanmaya başladı. Ancak en baştan itibaren bunu profesyonel olarak yapmayı da düşündük. Çünkü buna profesyonel bir vakit ayırmazsak bir süre sonra yapamayacağımızı veya aynı şekilde devam edemeyeceğimizi tahmin ettik.
Dergi zamanında da, sonrasında da bizim için önemli olan işimizi düzgün yapmak oldu. Bundan para kazanmak hep ikinci planda kaldı. Sadece para kazanmak için bir şey yapmadık çoğu zaman. Mesela şu anda içinde bulunduğumuz Torun'u düşünüyorum, Batur'un enerjisi olmasa belki ilk kapanışının ardından tekrar açılmayacaktı. Burası bir sanatçı inisiyatifi olsa da, tek kişinin daha fazla kendini adadığı bir organizasyon. Bunlar hep değişiyor.
Bazı yapılar kar amacı gütmeyen yapılar olarak çalışmayı tercih etse de o yapılarda da insanlar başka bir alanda çalışmak zorundalar. O alana ayırmaları gereken vakit arttığı zaman bu sefer inisiyatife yeteri kadar vakit ayıramayabiliyorlar. Uzun vadede bu tip şeyler de yaşanabiliyor. Sizin de yaşadığınız bir şey muhtemelen.
Biz ise bunu iş olarak yapıyoruz. Mesela en başından itibaren bir ofis tutmanın gerekli olduğunu hissettik. Çünkü Geniş Açı zamanı zaten bizden başka da yazan birçok insan vardı. Onların gelip gittiği, toplantı yaptığımız bir yere ihtiyacımız vardı. Dergiyi proje ofisine dönüştürdüğümüz zaman da bir takım atölyeleri ofiste gerçekleştirdiğimiz oldu. Daha fazla insanın gidip geleceğini düşünüyorduk ancak özellikle yeni mekana taşındığımızda bu durum azaldı. Ama bunların hepsi kişisel hikayelere ve desteklere bağlı. Örneğin bizim durumumuzda ofis kiralamak ayrı evlerden vazgeçme gerekliliğini getirdi. İkimiz de ailelerimizle yaşamaya devam ediyoruz.
S: Bence kolektife yakınız ama büyümeyen bir kolektifiz. İki kişilik ekibi büyütmeye yetecek bir iş kapasitesi yok ortada. Özellikle de dergiden sonra. Dergi zamanı stajyer oluyordu örneğin, ardından dergide yazmaya ya da başka şeyler yapmaya başlıyorlardı. Orada iki ayda bir çıkan düzenli bir rutinimiz vardı. Şimdi öyle bir düzenimiz de yok. 6 ay hiç iş yapmadığımız oluyor mesela. Bir de 20 sene beraber çalıştıktan sonra başka birilerini bu yapıya dahil etmek çok zor sanırım.
R: Bir de yeni nesil daha az biliyor Geniş Açı'yı. Dergiyi hiç görmemiş, okumamış, ancak şu anda fotoğrafla ilgili bir kitle de var. Bu da çok normal, biz dergiyi çıkarmaya başladığımızda doğanlar şimdi üniversiteyi bitirmiş durumdalar. Dahası fotoğraf da daralıyor. Bütün bu dijital teknolojiyle beraber genişliyormuş gibi görünse de aslında fotoğrafla daha ciddi anlamda ilgilenen kitlede bir azalma var. Yani bir kopuş meydana gelmiş. Ama tabii bu sadece bizimle ilgili de değil; örneğin kolektife, kamusala daha açık yapılardan biri olan Fotoğraf Vakfı da bunu uzun erimde sürdüremedi. Başta birçok ideali olan ve herkese heyecan veren bir kurumdu. İngiliz Konsolosluğu'nun bombalanmasından sonra fiziksel olarak meydana gelen şartlar, sonraki sürüklenmeleri derken kapandı. Türkiye'de fotoğrafla ilgili yeteri kadar kurumsal bir destek yok, bu da bütün ortamı etkiliyor. Bir tek Pamuk Bank zamanını ayrı tutmalıyız.
Kurumsallaşmanın fazla meşakkat ve bürokratik çaba gerektirdiğine dair genel algı, Orta Format da dahil olmak üzere çoğu bağımsız inisiyatifin tüzel kişilikten kaçınmasına neden oluyor. Siz bu kararı nasıl verdiniz?
R: Bu kararı verdiğimiz dönemde, yani dergi zamanında, ekonomik şartlarımız daha iyiydi. Dergi daha çok reklam alıyor, daha çok satıyor, daha çok kazanıyordu. O zamanlar genel dağıtıcının yanında bir de kitabevlerine dağıtım yapan bir dağıtımcımız vardı. O dağıtımcıdan vazgeçersek verdiğimiz komisyonla bir ofis tutabiliyorduk. Ama bunu yaptığımız zamanlarda satış gerçekten farklıydı ve önemli bir faktördü. Şirketi kurmadan hemen önce çıkardığımız sinema sayısı, 4000 civarı satmıştı. Bağımsız bir dergi için büyük bir sayıydı bu. Fakat tam bunun ardından 2001 Krizi geldi ve krizle beraber bütün şartlar değişti. Biz bunu hesaba katmamıştık ve şirketi kurduğumuz zamanki ekonomik koşulların çok hızlı değişebileceğini düşünmemiştik. Farklı çözümler aradık ama hiçbir zaman içerik ve kaliteden taviz vermedik. Aynı matbaada çalışmaya devam ettik ki şimdi aynı matbaa Aperture'u basıyor. Tabii ki kolaylık gösteriyorlardı, ama yine de sıradan bir matbaayla çalışmaktan daha pahalıya geliyordu. Taviz vermedik bu kaliteden.
S: Bu kararı vermek gerekiyordu bir de. Fatura kesmek gerekiyordu. Okul zamanı faturayı okul kesiyordu ama mezun olduğumuzda bir şekilde bunu devralmamız gerekiyordu. Var olan bir şirketin altına girip bunu yapabilirdik, ancak bu da kendimizi sürekli bir yük olarak hissetmemize neden olacaktı. Biz de açıkçası çok düşünmeden, şirket kurma masraflarını verebileceğimizi düşünerek giriştik bu işe. Bir de Refik'in dediği gibi dergi o dönem satıyordu ve masraflarımızı karşılayabileceğini düşündük. Şirketleşmek, dernekleşmek epey masraflı şeyler aslında. Bir şey yapmasanız bile her ay ödemeniz gereken bir tutar oluyor. Şu an olsa herhalde şirketleşmezdik diye düşünüyorum.
Bir önceki soruyla çelişecek olsa da, birçok fon ve sponsorluk çağrısının tüzel kişilik kriteri koyması inisiyatiflerin dernekleşme/şirketleşmesinde etkili olabiliyor. Kurumsallaşma ve tüzel kişilik sahibi olma size ne tür avantajlar sağladı, ne tür problemler yarattı?
R: Zaman zaman dışarıdan fon alıyoruz. Küçük sponsorluklar aldığımız da oldu ama tamamını sponsorlukla karşıladığımız hiçbir şey olmadı. European Borderlines ve Middletown'u yaparken bir takım fonlarla çalıştık. Fonların avantajı, sunduğunuz proje onaylandığında istediğiniz gibi yapabiliyor olmanız.
S: Tabii istediğin gibi yapmak derken, başta sunduğun projeye bağlı kalarak yapmak. Ama sposorluk gibi bir beklenti yok tabii.
R: Tabii dernek olmanın da daha fazla devlet denetimi gibi bir dezavantajı var. Şirket olduğunda bu konuda daha rahatsın fakat dernek olduğunda daha çok denetime tabisin. Türkiye'nin giderek otoriterleşen döneminde bu bir takım sorunlara neden olacaktır tabii. Dernekte yaptığın her şeyi raporlamak zorundasın ve daha belirgin olabiliyor. Içerikte devlet politikasıyla uyuşmayan bir şey varsa daha çok göz önündesin.
Oluşumlar sanat ortamının ihtiyaçları kadar bireysel merak ve ihtiyaçlardan da doğuyor elbette. Dolayısıyla bir oluşumun var olmasında içindeki bireylerin kişisel istek ve yönelimleri de önemli bir faktör halini alıyor. Oluşumunuzun yapısı ve hedeflerinin içinde yer alan bireylere ne kadar bağlı olduğunu düşünüyorsunuz? Buradaki ihtiyaçlar/hedefler/kişisel yönelimler arasındaki dengeyi nasıl kuruyorsunuz?
S: Bence dergiden bu yana kişisel meraklarımız, ilgi alanlarımız, kişisel beğenimize yakın işler yapıyoruz. Eş dosta dayanmayan, objektif bir kişisel beğeniden söz ediyorum. Dergi zamanında da "Ben sergi açtım, yer vermediniz" diye eleştiri alıyorduk. Güncel sergiler arasından bir seçim yapmak gerekiyordu, biz de işin kalitesine ve genel fotoğraf üretiminde oturduğu yere göre karar veriyorduk. Proje yaparken de biraz böyle. Kendi merak ettiğimiz konular etrafında dönen ya da ülkenin genel gidişatıyla ilgili olan konuların -mesela BAK Projesinin- içinde yer almak istiyoruz.
R: Bunları neticede birer küratöryel proje olarak da düşünmek lazım. Küratöryel kararlar var arkasında. Bir bağlama oturtmak gerek. Sadece subjektif bir beğenilerin değil, adı konulmamış standartların da olduğu bir yapı var aslında.
S: Zaten bunun dışında bize dışarıdan gelen projeler de çizgimizi, nelerle uğraştığımızı bilenlerden geliyor. Örneğin Yalnızlık ve Suya Dair bizim geliştirdiğimiz bir proje değildi. Çoktan var olmuş, neredeyse bitmiş işleri bir çatı altında toplamak istiyorlardı ve onun küratörlüğünü bize teklif ettiler. Bizi bildikleri, fotoğraf sanatçılarıyla çalışmak isteyeceğimizi ve konuların ilgimizi çekeceğini düşündükleri için bize geldiler. Bize çok ters, hiç yapmadığımız bir şeyle ilgili bir proje zaten gelmiyor. Kendi yaptığımız projelerde ise kendi meraklarımız, deşilmesi gerektiğini düşündüğümüz ya da ilgi çekeceğini öngördüğümüz konular ön plana çıkıyor. Örneğin şu anda yaptığımız Aileyi Fotoğraflarla Oluşturmak Atölyesi gibi. Aile albümleri zaten ilgimizi çekiyordu, dünyada da bunu dert edinen ve bu konuda işler üreten sanatçılar var. SALT'la Nur Koçak vesilesiyle bir kesişme oldu ve konular örtüştü. Bu biraz doğal oluyor sanırım.
Sürdürülebilirlik elbette yalnızca ekonomik unsurlarla değil, örgütlülük modeliyle de ilintili. Ekibiniz kaç kişiden oluşuyor ve iş bölümü/görev tanımı nasıl?
S: Keskin bir iş bölümü yok. Aslında bu bizim çalışma şeklimizle de alakalı. Eskiden de yazıları ben düzenlerdim, ben tasdik yapardım, ilk feedback'i ben yapardım. Bu durum aynı şekilde benim devam ettirdiğim bir biçimde ilerledi. Ama proje yaparken de adı konmuş bir bölümümüz yok, beraber çalışma pratiğiyle belirlenmiş bir iş bölümü var. İkimiz de birbirimizin ne yapacağını bildiğimiz için birbirimize "Şunu yap" teklifini götürmüyoruz. Başka biriyle çalışırken de biri bir şeyi yapmadığı zaman onu yapmaya başlıyoruz mesela. Çünkü çok alışmışız birbirimizin açığını kapamaya. Belki bu doğru bir tavır değil ama, iki kişi birlikte çalışmakla gelişen bir refleks.
R: Ama çok uzun zamandır birlikte çalışıyoruz Birlikte çalışmaya başlamadan önce de bir arkadaşlığımız vardı, neredeyse 25-26 senelik bir arkadaşlığımız var.
Bağımsız oluşumların güncel ekonomik ve sosyal şartlarda Türkiye sanatında nasıl bir etkisi olduğunu düşünüyorsunuz?
R: Bağımsız oluşumlar her zaman yeni dinamikler getiriyor. Günümüzde güncel sanatta görece daha çok kurum olsa da bu kurumlar daha hantal yapıdalar. Çok kurumsal olmanın da baştan planlanmayan, böyle bir etkisi var. Bir tane büyük sergi yapıp onu süre olarak çok uzun tutmak bütün kurumların yaptığı şey aslında. Ve bu süreçye daha küçük etkinliklere odaklanamıyorlar. Burada bağımsız inisiyatifler devreye giriyor. Örneğin SALT kendi programını yapıyor ama bizim gibi başka bağımsız kurumlara da alan açıp daha fazla hareketlilik getirmeye çalışıyor. Elbette bunu her kurum yapmıyor, çoğu kurum sadece kendi politikasını uygulayacağı organizasyonlar yapıyor ve dışarıya tamamen kapalı oluyor.
Bir de tabii kurumlar başka kurumlara da bağlı oluyor. Kendi yapıları olsa da üstlerinde başka şirket yapıları da olabiliyor. Bu şirketlerin politikalarını dikkate almaları gerekiyor yaptıkları işlerde. Bu yüzden de inisiyatifler daha esnek ve hızlı yapıdalar. Mesela Diyarbakır örneği geliyor aklıma. Kayyum atamalarından önce belediye epey aktifti; kendi galerisi, tiyatrosu vardı. Sonrasında belediyenin bunlardan elini çekmesiyle bir takım bağımsız oluşumlar meydana geldi. Örneğin Kültür için Alan Diyarbakır, İzmir ve Antep'ten kurumları ve bazı sanatçıları doğrudan desteklemeye yönelik bir program oldu. Bu da o kurumların bağımsızlığını sağladı. Duruma göre bazen böyle modeller ortaya çıkabiliyor. 5 sene önce akıllarına gelmezken, şimdi bir takım insanlar bu inisiyatifi ortaya koyuyor. Bunlar tiyatro gibi çok daha masraflı oluşumlar da olabiliyor ve bir şekilde bağımsızlık devam ediyor.
S: Kurumların inisiyatifler kadar hareket kabiliyeti yok. Tepki verme hızları daha fazla inisiyatiflerin. Oluşumlar siyasi ajandaya tepki olarak ortaya hemen bir şey koyabiliyorken bir kurumun tepkisi daha fazla zaman alıyor örneğin. Oluşumlar daha dinamikler ve etkili işler üretebiliyorlar. Kurumlar görece kapalılar. Daha çok kendi kadrolarıyla iş yapmaya yöneliyorlar. Tamamen kapalıdırlar demek istemiyorum ama belki de kurum yapısı gereği böyle işlemesi gerekiyor. Onlar için de mantıklı olan bu belki.
Bağımsız inisiyatiflerin geleceğine ilişkin düşüncenizi merak ediyoruz. Bu konuda ne düşünürsünüz, herhangi bir endişeniz var mı?
R: İnisiyatifin zorluğu, çok uzun süre çalışıldığı zaman insanlar üzerinde yorucu bir etki bırakabilmesi. Demin bahsettiğimiz gibi, sonuçta herkes bir takım özverilerde bulunarak o inisiyatif için çalışıyor. İnsanların gündemini etkileyebilecek kişisel meseleler, inisiyatifi de etkileyebiliyor. Ama bir yandan bir takım insanlar çekilirken, bir takım yeni insanlar geliyor.
Bir de açıkçası Türkiye'de inisiyatiflere daha çok ihtiyaç var. Avrupa'da da ihtiyaç olsa da devletin sanat ve kültür politikaları ve verdikleri destek Türkiye'ye nazaran çoğunlukla daha iyi durumda.
S: Ben inisiyatiflerin her zaman devam edeceğini düşünüyorum. Belki form değiştirir ama devam eder. Belki 10 sene devam eder, sonra baktılar ki üretmekten çok koordine etmekle uğraşır hale gelmişler ve bundan sıkılıyorlar, sona erdirirler. Ama başka bir oluşuma dönüşür, başkaları çıkar.