Başımızda Taşlar

#28
İpek Çınar
Hakkında Diğer Yazıları

Üniversitedeki son yılımda, yeni tanıştığım insanlardan gelen "Ee sen neler yapıyorsun?" sorusuna "Öğrenciyim" cevabını verebilmenin ne denli büyük bir lüks olduğunu fark etmiştim. Zira yakında bu soruya verilecek net bir cevaptan çok uzağa düşeceğimi, dahası bu cevabı bulmayı henüz istemediğimi biliyordum. Mezuniyetimin neredeyse ikinci yılını kutlamaya hazırlandığım şu günlerde bu soruya kısa ve net olmasa da içten bir cevabım var: "ODTÜ'de Siyaset Bilimi okudum ancak daha okula başvurmadan önce bile fotoğrafla alakalı bir şeyler yapmak istediğimi biliyordum. Şimdi ise freelance olarak fotoğraf ve metin ekseninde yer alan, kimi zaman merkezdeki gerçekten yapmaktan hoşlandığım şeylere yaklaşırken kimi zaman uzaklaşan, ama öyle ya da böyle bu eksenin etrafında dolanan işler yapıyorum. Üzerine çalıştığım şeyler ise neredeyse her hafta değişiyor." 

Bu metni yazmak sevdiğim şeylerden oluşan merkeze dahil örneğin. Orta Format'ın bağımsız oluşumların sürdürülebilirliğine odaklanan bu güncellemesinin editörlüğünü yapmak ve bunun üzerine kafa yormak ise merkezdeki kırmızı nokta neredeyse. Aylardır üzerine düşündüğümüz ve çalıştığımız bu konuda bahsetmek istediğim ne kadar çok sorun, kısır döngü ve çelişki olduğunu düşündükçe dehşete kapılıyorum. Toplu olarak ceremesini çektiğimiz sosyokültürel sıkıntıların yanı sıra, kişisel olarak çektiğim mikro ölçekteki sorunları da bu konudan ayrı düşünemiyorum. Nihayetinde kolektif/inisiyatif dediğiniz yapı da içinde bulunan tekil bireylerin gereksinim ve dileklerinden ötürü doğmuyor mu?  

Dolayısıyla bir süre daha kendimden bahsetmeye ihtiyacım var. Baştaki "Neler yapıyorsun?" sorusu daha uzun ve dertli cevap verebileceğim bir yerde, örneğin bir meyhanede sorulsaydı şunları da eklerdim sanırım: "İyi bir üniversitenin iyi bir bölümünde eğitim almış, kanaatkâr orta sınıf ailesinin elinden geldiğince desteklediği çoğu gençten biriyim." Hatta belki de jenerasyonumun sesi olarak görürdüm kendimi: "Öğrencilik yıllarında üniversite kulüpleri, kurslar ve bağımsız inisiyatifler aracılığıyla fotoğrafa, resme, müziğe bulaşmış ve bu bulaşanı korumakta diretmişlerden biriyim. Henüz barınma, beslenme, eğitim gibi hayati gereksinimlerin tamamen benim tarafımdan karşılanmadığını söyleyebilirim. Bunun bir lüks olduğunun epey farkındayım." 

Uğraştığımız şeyleri ideal ve temiz bir imge olarak göstermek değil derdim. Hatta tam tersine, söz konusu olan sanatla alakalı bir konu olduğunda, üretilen işleri ya da sanatçıyı romantize etmek oldukça kötü bir başlangıç. Bu şekilde sanatı idealar arasına yerleştiriyor ve onun bu dünyadaki bütün ihtiyaçlarını şımarıklık, imgesine uymayan bir çürüme, yüceliğine karşı bir ihanet olarak görüyoruz. Dahası, sanat alanından insanların kendi üretimlerine duydukları sevgi ve yaratıcılıklarıyla her şeyi halledebileceklerine dair bir illüzyon yaşıyoruz kimi zaman. Bu romantizmi hayatın hemen her alanından çekmişken, sanatla uğraşan insanların omuzlarına bu denli yüklemek biraz haksızlık değil mi gerçekten? 

 

― Şöyle düşünün, dedi, büyük bir ev kadar bir taş var; asılı duruyor, siz de tam altındasınız; birden üzerinize düşüp ezse sizi, acı duyar mısınız?1 

 

Alakasız gibi görünen bu soru, metni yazmaya çalıştığım süre boyunca zihnimde döndü durdu. Altında ezilmenin acıdan ziyade acı duyma korkusunu temsil ettiği ev kadar bir taş, sanatla ilintili kişi ve oluşumların tepesinde asılı duruyor. Üretim sıkıntısı ve cesaretinin yanı sıra maddi kaygılar, zaman kontrolü ve organizasyon ile biçimlenmiş bu devasa taş; onu hatırladığım her an üzerime düştüğünde yaşatacağı acının kaygısıyla dolduruyor beni. Geceleri hissedilen anksiyete duygusu. Bu cümleleri yazarken kendime de tekrar tekrar hatırlatmam gerekiyor: Bunlar romantik sıkıntılar değil, bunlar romantik sıkıntılar değil, bunlar romantik sıkıntılar değil. Bunlar her işin sahip olduğu kadar somut, yoğun ve zor sıkıntılar.

Bu güncellemenin belkemiği de bu kayayı oluşturan bileşenler etrafında dönüyor. Çoğumuz bir yandan farklı sektörlerde çalışıp, bir yandan da bağımsız inisiyatifler aracılığıyla ya da bireysel olarak üretimlerde bulunuyoruz. Üretimimizi gerçekten seviyoruz ve bunda iyiyiz (ya da kendimizi geliştirmeye çalışıyoruz.) Ancak verdiğimiz emeğin karşılığını maddi olarak yeterince alamıyor; hatta bazen bunu almanın bağımsızlığın ruhunu kirleten, yanlış bir istek olduğunu düşünüyoruz. Bu durum sürdürülebilirlikle ilgili ilk engeli, ardından da ilk kısır döngüyü doğuruyor. Zira üniversitedeyken takınılabilen bu tutum, para kazanmak ve bir iş dalında uzmanlaşmak gibi gereklilikleri beraberinde getiren iş hayatında bir anda tersyüz oluyor. Örneğin Orta Format'ın editörleri olarak geçtiğimiz 8 yılda dergiden hiçbir gelir elde etmeye çalışmadan; kazandığımız ufak sponsorluk, fon, kitap satışı gibi destekleri doğrudan yazarların telif bedeline ve çeviriye aktararak devam ettik. Başta kurucu editörlerin, ardından da benim öğrencilik yıllarımı kapsayan bu 8 yıl çok daha fevri ve rahat karar verebildiğimiz zamanlarımızdı. Ancak mezuniyetin ardından gelen hayat meşgalesi bizi ilk kısır döngüye sürükledi: Yaptığımız diğer işler yüzünden dergiye ayırabildiğimiz vakit git gide azalıyor, bu az vakitte içeriği istediğimiz gibi kotaramıyor ve heyecanımızı kaybediyorduk. Bu heyecanı koruyabilmek için derginin kendi editörlerini de sürdürmesi gerektiğini ancak geçtiğimiz 1-2 ay içinde keşfetmemiz belki bizim saflığımız, belki de Türkiye'de başka bir yöntemin yürüyebileceğine dair daha en baştan içselleştirilmiş bir inançsızlıktı. Saflığı romantize etmiyorum. Saflığı romantize etmiyorum. Saflığı romantize etmiyorum. Sevgi işin içine para bileşeni girdiği anda bozuluyor mu illa? Bu noktada romantizm tekrar devreye giriyor ve sanki para kazanılan her iş ticaret kokuyormuş gibi bir his yaratıyor; ancak siyaset bilimi (ve kamu yönetimi) mezunu bir insan olarak, gündüzleri bankada çalışıp geceleri sevdiğim işle uğraşmak yaptığım işi daha saf bir hale de getirmiyor. 

Maddi konuları bir kenara koyduğumuz zaman da yeni bir soruna tosluyoruz. Çünkü inisiyatif yürütmenin en büyük sıkıntılarından biri ekonomik bazlı ise, diğeri de kurulan yapıya uygun örgütlülük modelini belirlemek ve bunda mutabık kalmanın zorluğu oluyor. Benimsenen her yöntemin iyi ve kötü yanlar içerdiği elbette yeni bir bilgi değil, ancak söz konusu örgütlenme yapısı olduğunda her yöntem bir diğeriyle çelişiyor: İş bölümü gerekliliği ve iş tanımlamanın zorluğu, az kişiye binen iş yükü ve kalabalık ekipteki organizasyon sorunu, yatay örgütlenmenin belirsizliği ve dikey örgütlenmenin hazımsızlığı gibi. 

Az kişiyle, yani 1-2 kişinin inisiyatifiyle yürütülen oluşumların temel problemleri genellikle kişi başına düşen iş yükünün fazlalığı ve sınırlı bir yaratıcılıktan doğuyor. Örneğin dergide içeriği çoğunlukla iki editör olarak belirliyor, iletişim kuruyor, yazı düzenlemelerini yapıyor, proje metinlerini ve görsellerini hazırlıyor, siteye yüklüyor, dergiyi yayınlıyor, yayıyor, geri bildirimlerle ilgileniyoruz. İş yükünden yakınmayacak kadar işkolik insanlar olmamız bir avantaj yaratsa da, kimi zaman kendi fikir ve çözümlerimizle sınırlı kaldığımız bu yapı heyecanımızın sönmesine neden olabiliyor. Yeni olan rutini daima kırarak daha çok heyecan veriyor. 

Bu arada çoğunlukla Orta Format'tan örnek vermeyi tercih etmemin bu güncellemeyi yapma kararımızla alakalı olduğunu, ancak derginin tek inisiyatif tecrübem olmadığını belirtmeliyim. Örneğin daha fazla insanın dahil olduğu inisiyatif tecrübelerimde de baş gösteren ilk sorun, organize olmanın zorluğu. Feminist literatürde zihinsel yük olarak geçen tanım, kalabalık inisiyatiflerin örgütlülük yapısına da oldukça iyi bir açıklama getirebilir. Bir iş yapılırken görünen ve tanımlanabilen görevlerin yanı sıra  plan yapmak, organizasyonu sağlamak gibi iş kalemlerini anlatan zihinsel yük çoğunlukla atlanıyor ya da bu görevi üstlenen kişi patronluk taslamakla suçlanıyor. Bu anlamda inisiyatifler de zihinsel yükün çoğunlukla evin annesi tarafından üstlenildiği geleneksel çekirdek aile yapılanmalarına benziyor. İnisiyatif içinde bazı insanlar organizasyon, kontrol gibi zihinsel işleri yüklenirken diğerlerinin görev beklediği bir yapılanma içine çok kolay girebiliyoruz. Yahut kimsenin üstlenmek istemediği angarya işler, genellikle inisiyatif içinde sorumluluk duygusu en yüksek olan kişinin üstüne kalıyor. Afiş için özalitte ömür çürütme, etkinlik öncesi mekânın temel ihtiyaçlarını karşılama, fatura kesecek şirket arama gibi esas üretimle alakalı görünmeyen birçok işle boğuşan kişi; kendini çok yorgun ve diğerlerine karşı hınç dolu bulabiliyor (Elbette organizasyonun gerekliliğini savunuyor, ancak organizasyonun da bir iş kolu olduğunun unutulmaması gerektiğini düşünüyorum.) 

Neredeyse herkesin gönüllü var olduğu bir yapıda, insanları sevmedikleri/sıkıldıkları işleri yapmaya ikna etmenin yolu pek yok. Hatta ikna sözcüğü bile yerini yadırgıyor. Çözüm bütün iş kalemlerinin listelenerek paylaşıldığı daha sistemli bir yapıda yatıyor gibi görünse de, bu durumda da belli bir görevi üstlenen kişinin, yapının bir bütün olduğu haline yabancılaşması tehlikesi var. İşlerin rotasyonla periyodik olarak değiştirilmesi durumundaysa herkesin hakim olmadığı teknik konuların rotasyonu bir sıkıntı yaratmayacak mı? Peki rotasyonu kim organize edecek? Ya organize edenin rotasyonu nasıl olacak? Gittikçe daha fazla teknik detaya boğulurken, artık işleri romantize etmemek gerektiğini hatırlatmaya yer yok, zira bu yapının içinde romantizme dair hiçbir kırıntı yok. Peki gönüllülük usulüyle ve yaratıcılık misyonuyla, her şeyden önce kendime iyi gelmek için var olduğum bu yapıda bu kadar sıkıntıya niye katlanayım? Bir an şeytanın doldurduğu, ancak doldurduğu yerde de unutmanın zor olduğu bu soru; ancak birbirimize daha çok destek olarak, inisiyatif içinde her şeyden önce dost olarak ve birbirimizin psikolojisini iyi tutmak sorumluluğunu üstlenerek düzelebilir. 

Elbette bütün bu çözümlerin pürüzsüz biçimde devam ettirilebildiği bir dünya yok. Hepimizin zaten binbir dertle boğuştuğu gündelik yaşamda bütün bunların düşünülmesi, daha da önemlisi inisiyatif içindeki herkes tarafından aynı anda düşünülmesi hakikaten mucize diyebileceğimiz kadar nadir bir parlama anına tekabül ediyor. Üretilen işleri ya da alınan inisiyatifi kişiler üstü bir yapı olarak görmeye ise kesinlikle inanmıyorum. Sanırım Orta Format'ta bunca zaman sonra hala bu işi yapabilecek soluğa sahip olmamız ise bu yolları el yordamıyla bulmamız, her şeyden önce iyi arkadaşlar olmamız ve gerektiğinde işleri biraz salma lüksünü kendimize de, birbirimize de tanımamızdan kaynaklanıyor. Bunun için vazgeçtiğimiz şey ise işleri daha sıkı tutsaydık sahip olabileceğimiz daha farklı bir oluşum ünvanı. Öyle olsaydı 1-2 ay önce fark ettiğimiz şeyi daha önce fark edebilirdik belki de. Muhtemelen bugünlerde kurmaya çalıştığımız (şimdilik başarmaktan oldukça uzak olduğumuz) editörlerini sürdürebilen yapı hayali dengelerin değişmesine neden olacak ve bu metnin bir yıl sonra kendini revize etmesi gerekecek (kendime söz veriyorum). Şu anda altına girdiğimiz bu yükün dergiyi ya daha iyi bir noktaya ya da sonlanma kararına götürmesi olası. Ancak bir yandan inisiyatifçilik de koşuya benzer bir pazarlık içeriyor. "Ve hep beraber, sonsuza dek mutlu yaşadılar" gibi bir mutluluk illüzyonuyla bitirmek istemesem de, bizim de kendimizi inandırmamız gerekiyor galiba: Gücün tükendiğini sandığımız anda biraz daha gücümüz, o gücün bittiği anda biraz daha gücümüz, en son tüm gücün sona erdiğini düşündüğümüz anda bir gıdım daha gücümüz var. Yeter ki başımıza taşlar yağmasın. 

 

Dostoyevski, F. (n.d.). Cinler. İletişim Yayınları.

* Kapakta yer alan görsel, Şener Soysal'a aittir. Birimizin "Başımın üstünde yerin var", diğerimizin ise "Kafama taşlar yağıyor" başlığını yakıştırdığı bu fotoğraf, hayata bakış açımızdaki farklılığın minik bir özeti niteliğinde.