Bu güncellemede ağırlıklı olarak bağımsız inisiyatiflere yer versek de, kurumsallaşmış ancak inisiyatif alan oluşumların da incelenmesi gerekiyor. Kurumsallık ile tüzel kişiliğe sahip olan, bir hizmet ya da ürün satışı ile gelir elde ederek ayakta kalan oluşumları kast ediyoruz. Diğer bütün bölümlerin ilk sorusu ortaktı, bu yüzden aynı soruyu size de sormak istedik: Bağımsız sanat oluşumları dediğimizde, en başat kavramlardan biri elbette "bağımsızlık". Bağımsızlık sizin için ne anlama geliyor? Kendinizi (bir sanat oluşumu olarak) nelere bağımlı, neleri gözetmek durumunda hissediyorsunuz?
Hüseyin Yılmaz: Bağımsızlık benim için kendi istediğimi, mutlu olduğum şeyi yapma özgürlüğü diyebilirim. Tabii özgürlük derken bunun bir sürü bedeli de oluyor. Ama ekonomik anlamda çok fazla beklenti içinde değilim. Haz aldığım şeyi yaptığım için özgür ve mutlu hissediyorum.
Engels'in bir sözü var: "Özgürlük zorunlulukların kavranması demektir." Kavrayabiliyorsan ve hissedebiliyorsan özgürsün. Bu anlamda da kendimi hiçbir şeye zorunlu hissetmiyorum. Bu ülkenin, bu toplumun ihtiyacı olduğunu düşündüğüm kitaplar var. Onları yayınlamanın katkı sunabileceğini, fotoğraf kültürünün gelişmesine fayda sağlayabileceğini düşünüyorum. Onları yayınladığımda zaten mutlu oluyorum. Attığımız tohumlar yeşeriyor gibi bir hisse kapılıyorum. Bazı insanlarda etkisini de görebiliyorum. Tabii ekonomik zorluklar bazen bizi umutsuzluğa sevk edebiliyor, bunaltabiliyor ama ülkenin de gerçeği bu. Bu zorunluluktan kurtuluşumuz yok, bu da bir tür direnme biçimi.
Bu güncelleme üzerine çalışırken inisiyatif, kolektif, kurumsal yapı gibi ünvanları da sıkça düşünme şansımız oldu. Bağımsız inisiyatif çoğunlukla sanatçıların bir araya geldiği bir yapı olarak algılanıp; tek kişinin aldığı inisiyatifler, yayınlar, dernekler bu tanımın içinde ayrıksanıyor. Para kazanan oluşumlara ise ticari kurum etiketi çok kolay yapıştırılabiliyor. Muhtemelen siz de benzeri algılarla karşılaşıyorsunuz. Siz kendinizi nasıl tanımlıyor, nerede konumlandırıyorsunuz?
Şöyle bir gerçek var: Bizim gibi küçük ölçekli yayıncıların hepsi özünde kamu hizmeti yapıyor, Don Kişotluk yapıyor. Çünkü yüzün üzerinde yayınınız yoksa para kazanmanız imkansız. Bizim otuz kadar yayınımız var, bunun 16-17 tanesi fotoğraf kuramı ile ilgili. Bu 30 kitapla bu işletmenin dönmesi mümkün değil.
Bazen insanlar raflarda kitaplarımızı görüyor. Tasarıma da özen göstermeye çalıştığımız için dikkat çekiyor. "Bunlar böyle kitap yayınlıyorsa paraları vardır." ya da "Mirasyedi galiba bunlar." gibi şeyler düşünülüyor. Halbuki gerçek böyle değil. Çok büyük vergiler var; kağıtta, telifte %18 vergi var. Sattığınız kitabın fiyatının yarısı dağıtımcıya gidiyor. Çevirmenlerden teliflere tüm ödemeleri peşin olarak yapmak zorundasınız ve sonra avucunuzu açıp dağıtımcıdan para bekliyorsunuz. Altı ay, bir yıl, bazen iki yıl... Gelen paranın da %20'sini devlete vergi olarak veriyorsunuz. Bu nedenle ekonomik olarak kesinlikle rasyonel ya da akılcı bir şey değil. Ancak büyük bir yayıneviyseniz buna tahammül edebilirsiniz. Dolayısıyla bu ortamda bizi büyük bir ticari kurum gibi değerlendirmek haksızlık olur.
Açıkçası yayıncılık dışında işler yaparak hem kendim yaşamaya çalışıyorum, hem de yayınevini yaşatmaya çalışıyorum. Başka türlü de olmuyor zaten. Bazen kendi kendime soruyorum; "Ya Hüseyin, bu kitapları yayınlamak için uğraşıyorsun, bu kadar para harcıyorsun. Ama aslında sen kendin İngilizcesini de okuyabilirsin, ne diye bu uğraş?" Ama toplumsal faydacılık virüsü içimize işlemiş, kolay vazgeçilmiyor. Topluma bir katkı sonuçta. Umarım bir iz bırakıyordur.
Kurumsallaşmanın fazla meşakkat ve bürokratik çaba gerektirdiğine dair genel algı, Orta Format da dahil olmak üzere çoğu bağımsız inisiyatifin tüzel kişilikten kaçınmasına neden oluyor. Siz bu kararı nasıl verdiniz?
Marmara Üniversitesi'nde fotoğraf okudum. Bu benim ikinci üniversitem ve geç yaşlarda okudum. Okumayı da sevdiğim için fotoğrafla ilgili ne bulsam okumaya çalışıyordum. Ancak otuz yıldır fotoğraf eğitimi verilen bir ülkede fotoğraf tarihi kitabı yoktu. 8-10 tane bildiğimiz klasik kitap vardı. Marmara'da öğretim görevlisi arkadaşım Hürü Özlük ile "Demek ki böyle bir ihtiyaç var." diye düşündük. Bir yayınevi ve kitabevi kurup bu ihtiyacı giderme hayaliyle başladık. Ama hayatın gerçekleri, bize durumun böyle olmadığını gösterdi.
Maalesef kitabevi kapanmak zorunda kaldı, yürütemedik. Gezi sonrasında hiç kitap satamadık, o bizi çökertti. Daha sonra yayınevinden yürümeye çalıştık. Ekonomik krizlerden dolayı bu da sekteye uğradı. Şimdi ise para buldukça kitap yayınlamaya çalışıyorum. Burada şu da önemli: Fotoğraf dünyasının içinde yer alan aktörlerin birbirini beslemesi, birbiriyle dayanışması maalesef zayıf. Fotoğraf makinesi satanlardan, şahıs olarak ilgilenenlere kadar geniş bir yelpaze… Tabii fotoğrafı algılama biçimleri de çok farklı. 10-20 bin makineye veriyor ama 30 liralık bir kitaba "Ya bu pahalıymış." diyebiliyor insanlar. Gösteriş/göstergeler daha önemli halde çünkü.
Bir de kültür başkenti ile başlayan ve 2015'lere kadar giden aktif bir dönem olmuştu. Festivaller, bağımsız inisiyatifler çıkmaya başlamış; iyi de olmuştu. Ama şimdi o dalga da söndü. Ekonomiyle de ilgisi var bunun tabii.
Bir önceki soruyla çelişecek olsa da, birçok fon ve sponsorluk çağrısının tüzel kişilik kriteri koyması inisiyatiflerin dernekleşme/şirketleşmesinde etkili olabiliyor. Kurumsallaşma ve tüzel kişilik sahibi olma size ne tür avantajlar sağladı, ne tür problemler yarattı?
Resmi olarak kurumsal yapımız var ama özünde ben tek başımayım. Zaten ben kişisel olarak anarşizme inanıyorum. Öyle bakınca bu yaptığım, benim düşünceme ters. Ama bu düzeni aşamadığımız sürece de buna tabi olmak zorundayız.
Katkı şöyle olabilir, devlet belki bizim kitaplarımızı daha fazla satın alarak destekleyebiliyor. Ancak başvursak da çok nadiren bizim kitaplarımızdan alıyorlar. Alırsa da yüz taneden fazla almıyor ve Kütüphaneler Müdürlüğü'nden %45 iskonto ile satın alıyor. Dolayısıyla devlet daha çok vergilerle paramızın ortağı.
Bir de belediyeler kısmı var. Fotoğraf festivallerinde çalıştığım için sıkıntıyı şöyle görüyorum: Belediyelerin kültür birimlerinde çalışanların hepsi politik kadrolar. O partiye mensup ve onların yakınları oldukları için oraya alınan insanlar. Bir şeyler anlatmak çok mümkün olmuyor. Her ne kadar iyi niyetli olsalar da öyle bir kapasiteleri olmayabiliyor, şovalelerde sergi yapmaktan öteye gitmiyorlar. Bence oradaki insanların güzel sanatlar mezunu olması lazım.
Oluşumlar sanat ortamının ihtiyaçları kadar bireysel merak ve ihtiyaçlardan da doğuyor elbette. Dolayısıyla bir oluşumun var olmasında içindeki bireylerin kişisel istek ve yönelimleri de önemli bir faktör halini alıyor. Oluşumunuzun yapısı ve hedeflerinin içinde yer alan bireylere ne kadar bağlı olduğunu düşünüyorsunuz? Buradaki ihtiyaçlar/hedefler/kişisel yönelimler arasındaki dengeyi nasıl kuruyorsunuz?
Bazen bu işlerle yaşım gereği ilgilenemeyecek hale gelirsem nasıl olacak diye ben de düşünüyorum. Neticede Espas şu an ben varsam var. Bizden önce YGS vardı, onlar da birtakım kitaplar çıkarmışlar ama devam edememiş. Biz daha istikrarlı ve dirençli çıktık gibi. Gücüm yettiğince bu işi yapmaya çalışacağım. İleride de daha genç arkadaşlara bayrağı devrederiz diye umuyorum.
Sürdürülebilirlik elbette yalnızca ekonomik unsurlarla değil, örgütlülük modeliyle de ilintili. Ekibiniz kaç kişiden oluşuyor ve iş bölümü/görev tanımı nasıl?
Bütün süreçleri tek başıma yapıyorum. Keşke birkaç arkadaş daha istihdam ederek o yükleri paylaştırabilseydik ama dediğim gibi yayınevinin beni bile çalıştırabilecek bir getirisi yok. Hatta home-ofis çalışıyorum.
Bağımsız oluşumların güncel ekonomik ve sosyal şartlarda Türkiye sanatında nasıl bir etkisi olduğunu düşünüyorsunuz?
Bence çok önemli bir damar. Çünkü Türkiye'de şöyle bir algı var: Şu müzede, bu galeride işin sergilenirse sanatçı statüsü kazanıyorsun. Çeşitli kastlar var, o kastlara üye olursan işlerin sergileniyor. İşinin iyi olup olmaması önemli değil. Bu nedenle daha yeraltı diyebileceğimiz sistem dışındaki oluşumlar, buralardaki sanatçılar bence önemli. Bir zaman geçtikten sonra, zaten bunun doğruluğu görünüyor.
Bağımsız inisiyatiflerin geleceğine ilişkin düşüncenizi merak ediyoruz. Bu konuda ne düşünürsünüz, herhangi bir endişeniz var mı?
Hep ayakta kalabilme, yaşayabilme endişesi temel durum oluyor. Gündelik hayatın zorlukları bize hep bu duyguyu yaşatıyor. Ama yenilmek, yine yenilmek, yine denemek lazım. Samuel Beckett'in sözündeki gibi... Yenilmekten usanmamak lazım. Hayat bir şeyler dayatsa da… Bağımsız olmak, sanatçının özgür olması çok önemli. Yoksa yapacağın işleri sana dikte etmeye çalışıyorlar. Tüccar sanatçı olayından çıkmak lazım, kendin özgürce üretemediğin şey sanat değil. Hayat ile sanat kesişirse bir anlamı olur, yoksa orada milyonlarca dolar dönüyor ama bize ne!