Serkan Taycan ile "Memleket" ve "Kabuk"‘un ilişkisi, üçlemenin devamı olan kent meydanları ve toplu konutlara dair bir söyleşi.
2011'in son aylarında Serkan Taycan ile oturup ‘Memleket' çalışmasından ve başladığı İstanbul'un kent çeperi ile ilgili projesinden konuşmuştuk. Ancak pek çok konuyu yazmak için daha erken bulduğumuzdan, iki saatlik kocaman bir sohbet ve ses kayıtları aramızda kalmıştı ve yayınlamamıştık. Süreç içinde proje "Kabuk" ismiyle ete kemiğe büründü ve Elipsis Galeri'de sergilendi.
Ortak mühendislik ve fotoğraf kulübü geçmişimizden gelen abi/kardeşlikten de olsa gerek, 2013 başındaki sohbetimiz yine rahatlıkla dallandı. Pek çok noktaya dağılıp yeniden birleşti ve bir buçuk saatlik yeni bir ses kaydında vücut buldu. Yine gelecek projenin iskeletinden izler yer aldı, kent periferisi ve toplu konutlara dair konuşuldu. Haliyle biten işle değil; geçmişin izleriyle ve gelecek merakıyla şekillenen bu konuşmaların yine yayınlanamaması ihtimali bizi ürküttü.
Fantastik bir sürece dönüşüyordu, bir türlü bitmiyor, son haline gelemiyordu. Bu nedenledir ki Serkan Taycan ile konuşmalarımızı "Bitmeyecek Söyleşi" olarak adlandırıp kısa metinler ekleyerek okunaklı bölümlere ayırdık. Tüm boşta kalan noktalar ve soru işaretlerinizin cevabı yazılabilir biçimde henüz yok. Çünkü söyleşi "henüz bitmedi."
Memleket ve Kabuk'un İlişkisine Dair…
Kabuk ile ilgili sergi metni, kitapta yer alan yazılar ile mimarizm'de yayınlanan röportaj tüm projeyi oldukça iyi bir şekilde anlatıyor. Bunları yeniden telaffuz etmeye gerek yok. Keza Serkan Taycan da "Banka değil ki, bu her dakika ayrı bir para çıksın." diyerek bu duruma hemfikir oldu. Sergiden yola çıkarak Memleket, Kabuk ve kent meydanlarından oluşacak üçleme arasındaki ilişkileri ve bağı konuştuk.
Çağrı: "Memleket" ve "Kabuk" projelerinin birbiriyle olan etkileşimini anlatabilir misin? Kabuk'un biraz daha belgesel (August Sander belgeseli) havası varken, Memleket'te daha romantik bir durum var.
Serkan: Yaptığım çalışmanın belgesel yönünü göz ardı etmiyorum. Ancak benim fazlasıyla sürece müdahale ettiğim ve pozisyon aldığım fotoğraflar var.
Öncelikle burada başka bir dil söz konusu. Referanslarını artık fazlaca bildiğimiz ve zaman zaman sıkıcı olduğunu düşündüğümüz, tekrara düşebilen ve genellikle basın/editöryal fotoğrafta yoğun hissedilen belgesel anlayışı gibi değil. Ayrıca belgeselin en büyük savı gerçeklik ilişkisi.
Bu seride yaptığım farklı yerlerden toplanmış fotoğrafların birleşmesi, diptik ve triptik fotoğraflar gibi yaklaşımlar, bir gerçeklik temsili değil, benim kişisel olarak kurguladığım gerçeklik durumlarıdır. Çünkü gerçeklik zaman ve mekanla açıklanabilecek bir şey ise; bununla oynadığın sürece gerçeklikten uzaklaşmış oluyorsun. Ayrıca görüntüyü kesip tekrar birleştirmeyerek oluşturduğum grid benzeri yapı ile farklı perspektifler oluşturmam da ciddi bir müdahale.
Kabuk #08: Beylikdüzü, Ayazağa, Kayabaşı
Bu ve bunun gibi müdahaleler, jestler onun hala fotoğrafik malzemenin karakteri olan belgesel halini tabi ki bertaraf etmiyor. Ama dönüştürüyor, tersyüz ediyor, eğiyor, büküyor. Fotoğraf bu dönüşüme rağmen gerçeklik duygusunu ve ruhunu içinde tutabilirse daha da güçleniyor. Benim bu meselede en çok yapmak istediğim şey de buydu aslında.
Toparlayacak olursak Kabuk ilk bakışta daha donuk ve belgesel olarak düşünülebilecek; içine baktığınızda tamamiyle, hatta daha önce hiç olmadığı kadar, kurgusal ve kavramsal bir çalışma. Araştırmacı bir sanat pratiği geliştirmeye çalıştığım, ulaşabildiğim kaynaklar ölçüsünde ürettiğim bir projeydi. Kavramlaştırma süreci de Memleket'ten daha uzundu haliyle.
Memleket ise içerik ve biçimle oynayarak ulaştığım noktada bir çeşit kişisel, bir miktar şiire/öykülemeye yakın bir dile sahipti. Daha varoluşsal, bir araştırmaya çok fazla dayanması gerek olmayan, imgesel, izlek, kişisel, bir çeşit tecrübe paylaşmaya dayanan bir çalışmaydı.
Çağrı: "Kabuk"ta ilk gördüğümüz şey günümüz İstanbul'unun periferisi iken aslında kuramıyla birlikte "Memleket" serine bağlanıyor. Kırsaldan şehre doğru geçişi senin gözünden görüyoruz. Ayrıca bu geçişte gayet mantıklı olarak farklı bölgelere farklı bakış açılarıyla yaklaşmış oluyorsun. Zaten ikisini bir araya getiren bir de fotoğraf var. Küçükçekmece gölü kıyısından şehre bakan, kırsal ile kentin birleştiği bir yer diyebiliriz.
Kabuk #01: Küçükçekmece
Şener: Bu arada hem Memleket hem de Kabuk dingin tarzıyla benzer geliyor bana. İnşaat kamyonlarına, insanlara, binalara bile mesafe koyan bir bakış var. mesafeli. Memleket'teki gibi olmasa da bir manzara var. Fotoğraflara kırlık alanlar dahil oluyor. Bir şehrin siluetine baktığınızda çok güzel görünür ama detayında bir sürü gecekondu, çarpık binalar görürsünüz. Aslında burada da böyle bir durum olduğunu düşünüyorum.
Serkan: Dediğin doğru, uzaklaşma yakınlaşma bu fotoğrafların boyutlarının yarattığını görsel etki de böyle bir duygu yaratıyor. Dışarıdan son derece kent dışındaki manzaralara dönüşürken, yaklaşınca detayını görme şansına sahip oluyorsun.
Şener: Sergide gördüğüm fotoğraflar baskılara göre çok daha etkiliydi zaten. Baskısından da kaynaklı olarak, kapak fotoğrafı sergide çok daha heybetli ve etkileyici bir hale geldi. Kartpostalı elimin altında küçücük bir şey oldu.
Serkan: Tam da bu yüzden artık sadece fotoğraf değil de, bir nevi enstelasyona dönüşüyor. Bir sürü insan bana serginin çok daha farklı göründüğünü söyledi. Başka fotografik üretimlerde böyle fark etmiyor olabilir. Üç boyutluluğu, uzayda kapladığı ve temsil ettiği şeyin de önemli olduğu; neredeyse enstelasyonvari veya heykelimsi. Bakanın tecrübesini bu yönde çok etkileyen bir duruma dönüşüyor. Dolayısıyla bu boyut da kendi başına bir dile dönüşüyor.
Bu noktada 2011 sonundaki ses kayıtlarımızı da hatırlayarak serginin üretim sürecine de bakılabilir. O zaman dışarıdan içeriye doğru bir giriş sürecinden bahseden Taycan için kendi içinde süreç farklı kollara dağılıp tekrar birleşiyor ve birbirini çepeçevre sarıp katmanlı bir yapıya dönüşüyor. Zaten bizim "Kabuk"ta gördüğümüz fotoğraflar ilk katmanı, dış çeperi oluşturuyor. Kabuğun altındakilerin oluşumu ise üç yıl sürüyor. İlk yıl Taycan'ın kente dışarıdan yaklaşması, yani Memleket'in bulunduğu fiziksel noktadan kente gelişe dair oluyor. İkinci yılda toplu konut meselesine yoğunlaşarak araştırmalarla gelişen süreç üçüncü yılda dönüşümün son aşaması olan hafriyatların da dahil olmasıyla hikaye tamamlanmış. Kendi içinde evrilen serinin Memleket'in bıraktığı yerden devam etmesi ise "Köyden şehire göç"ün de bir temsili gibi. Giderek katmanlaşan ve farklı izleklerde aynı yerden devam etmesi heyecan verici. Bitmeyen, bitmeyecek bir dönüşümün izleri…
Sergi için Serkan Taycan'ın uygulamadığı bir diğer fikir ise fotoğraf çektiği alanlarda bulduğu bina artıkları, asfalt parçaları, kiremit gibi maddeleri altına bulunduğu yeri ve ismi de yazıp bir tarihi eser gibi sergilemek. Neticede bu da -istemeden- bir kent arkeolojisi oldu. İnsanların sergiyle sahip oldukları tecrübe ve deneyimi artıracağı aşikar. Lakin böyle bir yerleştirmenin sergideki fotoğraflarla ve galerinin temiz ve steril ortamıyla uyum sağlaması da bir sorun.
Bir ek de Serkan Taycan'ın geçmişiyle yeniden yüzleşiyor olması. Babasının işi nedeniyle sürekli şehir değiştirerek büyümesi Memleket'te fotoğraf halini alırken; mühendisliği ve büyüdüğü şantiyeleri de Kabuk'ta karşısında duruyor. Belki de bir yandan tüm bu işlerin tamamen kişisel bir hissi olduğunu da söylemek gerekir.
Üçlemenin son halkası, kent meydanlarına dair…
Şener : Kabuk ile üçlemenin son serisi olan kent meydanlarıyla fiziksel bağı kuran fotoğraf hangisi?
Serkan: Bosphorous City (Kabuk #05: Halkalı) fotoğrafı. Artık kent mekanının iyice içine girdiğimiz; kendi kurgulandığı gibi hayatımızı da bu kurguya gore şekillendiren örneğiydi. Doğallıktan tamamen sıyrılmış mekanlar… Bunun bir aşama ötesi de meydanlar oluyor. Dolayısıyla bun ikisi arasındaki ilişkiyi de Bosphoruous City fotoğrafı sağlıyor.
Aslında meydan, organik olarak oluşan ve insanların toplanabileceği, kamusal paylaşımlarını arttırdığı; oradan hareketle mekanı dönüştürdüğü bir yer. Süreç içerisinde dönüşe dönüşe insanların kent mekanındaki tasarımının en iç içe geçtiği ve yoğunlaştığı yerlere dönüşüyor. Bu nedenle benim için ilgi çekici. Bir yandan hala tarihsel kimliğini ya da bu organiklik durumunun bir kısmını barındırabilien yerlerin dışında, başka yerlerde kurgulanmış meydanlar veya AVM'lerin meydanlaştığı yerler var. (Meydan AVM'nin meydanı ya da Cevahir AVM'nin meydanlaşması…) Ha keza Taksim'in malum hikayesini herkesin bildiği gibi her gelen iktidar tarafından yeni şekilde tasarlanmış ve oradaki hayatsal tecrübemizin de buna göre şekillendiği meydanlar var. Ya da informal şekilde gelişmiş ama devasalaşmış, bir yandan kentin içerisinde önemli bir kavşak noktasına dönüşmüş, artık meydan kimliğinin bir çok donesini içerisinde barındıran Gaziosmanpaşa Meydanı gibi yerler de var. Yan yana toparladığımızda kentin hem yaşayanlar tarafından nasıl kullanıldığını, hem de yönetenler tarafından nasıl şekillendirildiğini gözlemleyebildiğim en sembolik yerler olarak geliyor bana. Ben hiç bunun hakkında böyle anlatmamıştım bak, ilk kez söyledim.
Şener: Aslında bir yıl önceki konuşmamızda da kısmen söylemişsin. Ama ben hala tüm bu konuşmalarımız dahilinde "Bu adam ne çekecek?" diye merak ediyorum. Hep aklıma AVM'ler geliyor. İnsanların buluştukları, paylaşımda bulunduğu yerler alışveriş merkezleri oldu. Baudleaire'in de Tüketim Toplumu'nda anlattığı optimum sıcaklık, hep bahar mevsimi, aydınlık ve ferah olmasıyla insanların talep ettiği bir mekana dönüştü. Böylece meydan tanımında belirttiğimiz özellikleri de taşımış oldu. Ama bir yandan da bahsettiğin gibi istemeden ya da bir şekilde olmuşmuş meydanlar var. Beraberinde yaklaşımını ve üslubunu da düşününce tam olarak ortaya ne çıkacak ve içinde ne kadar insane barındıracak, merak ediyorum.
Serkan: Ben de merak ediyorum açıkçası.
Şener: Bir de İstanbul'da aklımın almadığı bir şeydir; meydan olarak addedilmiş yerlerde banklar vardır ve çoğu zaman boştur. Kırşehir'de, küçük şehirlerde hep doludur oysa ki.
Serkan: Herhangi bir paylaşımda bulunmayıp sadece üzerinden geçip gittiğin bir yer artık. Bir iletişim sahası değil. Artık bu iletişim sahaları sanal meydanlarda, facebook, twitter… Ortaçağ filmlerinde de görürürüz ya, halkın kralı çekiştirdiği, konuştuğu, tartıştığı yerdir.
Çağrı: Buralar eskiden forum idi. Şimdi garip bir şekilde alışveriş merkezlerinin adı oldu.
Şener: Formu da değişmiş oldu bu şekilde.
Kent Perifelerileri ve Toplu Konutlara Dair…
Çağrı: Yeni okudum, üçüncü havalimanı yapılacak Karadeniz kıyısındaki bölgeye yeni bir kent yapmayı tasarlıyorlarmış. Bir yandan da merak ediyorum orasından da beslenir misin? Rusyanın Sibirya tarafına yaptığı bomboş şehirler gibi. Göz açıp kapayıncaya kadar kocaman binalar dikilecek ve bir anda içi doluverecek. Garip bir kent olacak.
Serkan: Eski komünist blok şehirlerinden Doğu Berlin'e gitmiştim. Orada bireyin kendini devlet mekanizması karşısında küçük hissetmesinie yol açan, planlı, otoriter yapılar topluluğu görürsün. Her şey köşelidir. Çünkü yuvarlak doğadaki gibidir ve düzensizliği içinde barındırır. Toplu konutlarda yaşadığım hissiyat da buna benziyor; köşeli, son derece planlanmış ve doğal çevreyle bir türlü uyum sağlayamamış yerler. Ancak bu alanların hemen dışında doğal çevrenin üstünün altına geldiği, her köşeden garip beton parçalarının fışkırdığı, her tarafta dozer ve kepçe izlerinin görüldüğü ürkütücü bir alan. İnsan duygusunu içerisinde minimum barındıran bir ruh var ki…
Şener: Çektiğin kısa filmde de sadece taş tuğla değil, insan da dahil oluyordu. Orada bir şekilde yaşamaya çalışan bir sütçü vardı. Yaşamı ve alışkanlıkları değişmişti, ama şimdiki haliyle de o binalardaki insanlara süt satmaya çalışıyordu. Bir şekilde yeniden düzen kurulmaya çalışılıyor ama sarkıyor ya da tutmuyor.
Serkan: Teğet geçiyor hep. Bu galiba insanın doğal çevresinden bu kadar soyutlanmasıyla alakalı. Asıl problem buradan başlıyor.
Şener: Zaten toplu konutların hiç bir yerde mantıklı olarak devam ettiği görülmemiş galiba. Sonuçta insana ve yaşama uygun değil.
Serkan: Toplu konutlarla ilgili iki tecrübem var. Bu sergiyi hazırlarken de beni çok beslediğini düşündüğüm iki ayrı sergi gerçekleştirmiştim. Şöyle ki, Marsilya'da da da endüstriyel alanlarla; Rotterdam'da ise kent periferiyle uğraşmı ştım. Dolayısıyla farklı toplumlarda ve tarihsel süreçlerde kent periferisinin ve özelinde toplu konut probleminin nasıl çözüldüğüne dair gözlemler yapma şansına sahip oldum.
Marsilya'daki durum, bir miktar İstanbul'un şu anki durumuna benziyor. Her ne kadar Marsilya iki buçuk milyon nüfusu olan bir yer olsa bile altmışlarda kolonilerden gelen veya Kuzey Afrika'dan gelen göçmenleri konut sahibi yapmak için çok yüksek katlı binalar yapılmış. Bu konutlar şimdi büyük bir toplumsal sorun teşkil ediyor. Çünkü ekonomik değerlerini yitirdikleri için suç unsurlarını barındırmaya başlıyor. Sonuçta Fransa'nın uyuşturucusu buradan geçtiği söyleniyor ve sürekli gazetede toplu konutlarda meydana gelen olayların haberi çıkıyor. Bunun sebebi de, gayri insani yapı. Bir insanı 35.katta yaşamaya mecbur edersen, onun sağlıklı çocuk yetiştirmesini ya da çocuğunun sağlıklı olmasını bekleyemezsin. Sosyal donatıdan, organik ilişkilerden uzak; doğayla barışık olmayan bir hayat geçirdikten sonra çok mümkün değil.
Rotterdam örneği hiç öyle değil. İkişer-üçer katlı, coğrafik olarak daha yayvan kentsel bölgeler oluşturulmuş. Buradaki problemler daha düşük bir seviyede. Dolayısıyla İstanbul'daki toplu konut alanlarına da bu tecrübelerle bakmak iyi oldu.
Şener: Rotterdam'ın gelecekteki durumunu da merak ediyorum. Dergide paylaştığımız Meksika'daki toplu konut projelerinde benzer şekilde az katlı yapılar olmasına rağmen sosyal ortamların yaratılamaması, kente merkezine ulaşım sorunu gibi nedenlerle sağlıklı bir yapı kurulamamıştı.
Serkan: Rotterdam mimarlık konusunda ciddi mesafe katedilmiş bir yer. İkinci Dünya Savaşı'ından sonra dümdüz edilen şehir yeniden, çok düzenli şekilde yapılandırılmış. Benim gözlemleyebildiğim kadarıyla toplu konutlarda da sosyal donatılar ciddi şekilde iyi düşünülmüş. Kent merkezine rahatlıkla ulaşabiliyor. Bu nedenle de Rotterdam kent merkezi, Avrupa'da kent merkezleri arasında en düşük nüfus yoğunluğuna sahip yer. Yirmi dakikada toplu taşımayla bahçeli evine gidebilmek varken kim kent merkezinin 30. katında yaşamak ister? Bir sürü gökdelen dikmişler, ama çoğu rezidans boş. Niye yerleşsin ki? Bizde de adam televizyona çıkıp 35. kata bahçe yaptığını söylüyor, "Olmaz dediler yaptım." diyor. Oldu da ne oldu?
Çağrı: Bizim de kentten uzaklaşma diye aktarılıyor. Ama bir yandan yine apartmanda yaşanılıyor.
Serkan: Ben sana söyleyeyim, gecekonduda yaşamak şehrin kırk kilometre uzağındaki bir apartmanın 35. katında yaşamaktan daha sağlıklı bir hayat olabilir. Suyun, elektiriğini veren olduğu sürece ne olacak ki. Gayet sağlıklı bir hayat. Evet yasal değil, o ayrı bir tartışma konusu. Ama kimse insani değil demesin. Temel koşulları sağlayabilirsen gayet insani.
Çağrı: Süzer Plaza'nın çok yakın zamanda ruhsat aldığını da hatırlamalı. O da yıllarca gecekondu vasfındaydı.
Şener: İnsanlara hep "Daha fazlasını satın almalısın" dendiği için de böyle. Adam mühendisken yaşadığı ev ile şirkette müdür olduğunda yaşadığı ev aynı olmamalı deniyor. Daha manzaralı evin olmalı, daha lüks araban olmalı… Sürekli krediler ve borç ödemeler ile gidiyor hayat.
Serkan: İnsani yanı unutuluyor işte. Ekümenapolis belgeselinde dediği gibi, İstanbul'da parkların altına otopark yapmayı modernleşme sayıyoruz. Şişhane'de yapılıyor şimdi. İnsanlar buna park diyebiliyor mu? Çok absürd şeyler. Bu mudur insani ilerlemenin sonucu olarak geldiğimiz nokta? O parkta oynarken kendini kandırılmış hissetmez misin? Ağaç var ama altı beton… Ben kendimi kandırılmış hissederim.