Fotoğrafçı Frederic Lezmi, grafik tasarımcı Okay Karadayılar ve galeri sahibi Kerimcan Güleryüz tarafından geliştirilen Book Lab projesi ve fotoğraf kitaplarına dair merak ettiklerimizi, bir bayram tatili öncesi hengamesinde sevgili Okay Karadayılar'a sorma fırsatı bulduk.
İpek Çınar: Öncelikle Book Lab'in oluşum sürecinden bahsedebilir misin? Nasıl bir ihtiyaç sonucunda doğdu ve hangi adımlarla ilerledi?
Okay Karadayılar: Book Lab oturup da "Şöyle bir şey planlayalım" diyerek giriştiğimiz bir şey değil, organik bir oluşum aslında. O dönem Kerimcan Güleryüz, Empire'ın yanı sıra Serdar-ı Ekrem Caddesi'ndeki Poligon isimli uydu mekanı da yönetiyordu. Ticari olmayan bir proje mekanı, rezidans gibiydi Poligon. Frederic Lezmi'ye de, "Gel burada bir şeyler yap, her şey serbest." demiş. Frederic workshop yönetmek konusunda deneyimli, değişik fikirleri olan bir sanatçı (artık daha çok küratör olarak anılıyor). "Sıkıcı bir sergi açmak yerine sosyalleşmek, insanlarla tanışmak, dostluk kurmak daha iyi olur diye düşündüm." demiş ve Kerimcan'a açmış Book Lab fikrini. Ardından kendisinin ve Empire'ın çevresinden çoğu fotoğrafla, bir kısmı resimle ilgilenen 10 sanatçı belirlemiş. Bunu bir aylık, herkesin bir kitap üreteceği bir etkinlik olarak planlıyor ama iş başlayıp biraz ilerledikten sonra çok büyük olduğunu görüyor. Benim de fotoğraf ve sanatçı kitabına olan ilgimi bilen Kerimcan bizi tanıştırdı ve kendimi birden işin içinde, her şeyiyle ilgilenirken buldum. Kısa sürede çok iyi anlaştık Fred'le, onunla fikir üretmek, bir şey üzerine çalışmak tenis gibidir: siz Fred'e bir fikir belirtirsiniz ve o da karşılığını verir. Bir git-gel sonunda skor tutulmaz, ortaya çıkan tam anlamıyla tek tarafın üretebileceğinin ötesinde bir şeydir. Ayrıca, bu workshopta herkese ayrı kitap yapmanın ötesinde kitapların sunumunu da düzenlemeye çalışıyordu. Sunum aşamasında fotoğraf sanatıyla, kitabıyla ilgilenen herkesi çağırmak, insanların tanışabileceği, bağlantıların kurulup yeni şeylerin filizlenebileceği bir ortam yaratmak/tanıtım yapmak istedik. Bandrolsüz, Torna, Espas Yayınları geldi; Poligon'un arka odasında birer masa açtı. İşin güzelliği yaptığımız serginin çalıştığımız mekanda olmasıydı, gelenler çalışmadan arta kalanları, reddedilen fikirleri, dışarıda kalan fotoğrafları falan görebiliyordu. Çok yorulduk ama tüm bu süreçten o kadar zevk aldık ki bir daha yapalım dedik.
İpek: Aslında kısmen anlattın bunu, Book Lab başta fotoğrafçılarla başlamış gibi görünüyordu. 2.yılındaysa farklı sanat disiplinlerine daha çok açıldı. İlk yıl bir tek C. M. Kösemen vardı fotoğrafçı olmayan…
Okay: Kösemen vardı. Bunun yanı sıra Ali (Taptık), Batur (Cemil Batur Gökçeer), Gözde (Türkkan), Serkan (Taycan)… Nasıl bir listeymiş ya! Gerçekten de kitap sanatı hakkında farkındalığın –en azından bizim için– zirve yaptığı zamanlardı. Ardından acaba kitabı bir mecra olarak farklı disiplinlerden sanatçılarla üretmek nasıl olur diye düşünmeye başladık. İkinci sene özellikle bir mimar olsun istedik örneğin, çünkü Studio-X'te çalışıyorduk. Alexis Şanal katıldı. Bayağı ilginç de bir kitap yaptı. Açılalım biraz daha dedik, adı üstünde "Book Lab" çünkü, "Photobook Lab" değil.
İpek: Peki atölye katılımcısı olmak için kriterler nelerdi?
Okay: Bu aramızda bir tartışma konusu oldu. Sonuçta ne bir ödül, ne de bir getiri var. Karşılıklı güven ortamı olması gerekiyor. Biz de tabii, "Kendi hayatımızdan 1.5 ayımızı veririz" diyebileceğimiz derecede bizi heyecanlandıran insanlar olsun istedik. İlk sene Fred ile Kerimcan kendi çevrelerinden kimler var, kimin ilgisini çekebilir diye düşünmüşler. İkinci sene Book Lab'e katılmış insanlardan hoşumuza gidecek, tavsiye edebilecekleri üçer isim istedik. Kesişen isimler de oldu. Örtüşenleri Fred, Selva, Kerimcan, ben seçip çağırdık. Bu arada Cem Ersavcı da o listedeydi, önem verdiğimiz biriydi ve ama onu kaybettiğimizi öğrendik. Dolayısıyla 2. sene 10 sanatçıyla çalışmayı planlamışken 9 sanatçıyla çalıştık.
Şener: Yani toparlarsak siz bu işe keyifle üretmek için başladınız. Bu nedenle açık çağrı gibi bir kaygı gütmediniz. Editöryel bir seçim oldu.
Okay: Evet evet, bu ciddi görünümlü bir etkinlik olunca insanlar katılımcıları nasıl seçtiğimizi soruyor ama aslında üç kişinin emeğini, kaynaklarını ortaya sererek yaptığı bir şey, bir gönül işi. Örneğin geçen sene bize ev sahipliği yapan FiL, her gün elleriyle yemek yaptı. O yüzden uyuşma, anlaşma şart, araya asık suratlı seçim sistemleri koymak kulağa hoş gelmiyor ve biz de yapmadık.
İpek: Peki atölye süreci süreci hangi adımları içeriyor?
Okay: İlk başta tanışma toplantısı yapıyoruz. Zaten önden "Merhaba biz böyle bir şey yapıyoruz böyle sonuçları var belki eşten dosttan duymuşsunuzdur." şeklinde süreci özetleyen bir e-mail atmış oluyoruz. Böylece sanatçıların gelmeden önce akıllarını nasıl toplayacakları konusunda önayak olmaya çalışıyoruz. Toplantıda herkes öncelikle kendini tanıtıyor, "Ben şöyle bir sanatçıyım, şöyle şeylere ilgileniyorum" diyorlar, sonunda da "Şu serim üzerine çalışabiliriz burada" diye bir öneri sunuyor herkes. Ortam da herkesin konuşması üzerine kurulu. Kitap üretmeye gelmiş sanatçıyla bizim aramızda bir ses farkı yok, masanın güzelliği de o. Mesela sonlara doğru birinin kitabı bitiyor, o sanatçı diğerlerine yardım eden, her işe koşan insana dönüşüyor gücü yettiği kadar. Bu hep böyle oldu.
İpek: Üretim sürecinde sanatçı ile editör/tasarımcı arasında nasıl bir denge kuruyorsunuz? Ve sence kitap yapmak sanatçıya ne gibi zihinsel/teknik katkılar sağlıyor?
Okay: Kitap tamamen kendine özgü mekanikleri olan bir mecra. Bir galeride, müzede sergi gezerken ya da bir web sitesinde aynı işlere bakarken yaşadıklarınız, algılayışınız farklı. Ama kitabın tamamını görebilmek zamana daha farklı yayılan, izleyicinin kendi dikte ettiği bir sistem. Bunun getirileri ve götürüleri diyebileceğimiz şeyler var. Seriyi kitabın kendine özgü dünyasına, anlatım tekniğine uygun hale getirmeye ya da hali hazırda uygun olanı fark etmeye çalışıyoruz. Kitabın diğer bir güzelliği de şurada: kitap öyle bir dağılır ki, bir insan 25 sene sonra neye baktığının bile farkında olmadan o kitapla bir deneyim yaşar. Bir filmi evde seyrederken yanda Twitter'a bakabilirsin ama sinemada karanlık seni izole eder. Kitap da dikkatli bakmaya karar verdiysen seni dış dünyadan tamamen ayırır, ellerini de meşgul ettiğinden sağlam bir konsantrasyon sağlamaya yatkındır.
Bunlar kendi aramızda konuşarak farkına vardığımız şeyler aslında. Çalışma sırasında da bunları konuşuyoruz. Sonra da yaptığımız kitapta bu dediklerimizin nasıl işlediğine bakıyoruz. Karşılıklı yorumlarla gelişen bir süreç. Tenisle başlıyoruz voleybola dönüyor, bilimum takım sporu arasında gidip geliyoruz. Skor tutulmuyor, skor kitap olarak çıkıyor.
Şener: Bazen bir işin kitap olarak tasarlanmış hali çok güzel paketlenmiş, harika geliyor ama anlatıma katkı sağlamıyor. Sergilerdeki güzel kağıtlı, pleksi kaplamalı işlerin insanlara daha havalı gelmesi gibi. İlla her şeyin fotoğraf ya da sanat kitabı olması gerekir mi ya da bir şey buna dönüştüğünde iyi olur mu?
Okay: Bu soru hep var bizim için de. Bu güzel ama bu mecraya uygun mu diye soruyoruz. Buna cevap çalışmaya, kitaba, seyirciye göre değişiyor. Bazı insanlar "Bayıldım, bu böyle mantıklı, bence güzel." derken bazısı da, "Niye bu kadar tekrar ediyor", diyor. Bence üç kişi tutkuyla "Evet, bu oldu." diyorsa olmuştur. Herkese hitap etmek gibi bir iddia olamaz. Hiçbir şeyin de net bir cevabı yok, teknik bir iş yapmıyoruz. O yüzden, sırf makyajlı olması için parlak ve şirin görünen bir şey yapıyor olmak bile, alıcısını etkileyebilir. Ya da ilk bakışta beğenmediğin bir kitabı birkaç gün sonra başkalarına olumlu olarak anlatırken buluyorsun kendini. Belli olmuyor yani, onunla yaşadığın deneyim önemli.
Şener: Şu an biraz da trend olmasından kaynaklı bunu düşünüyoruz kendi içimizde de. Mecra olarak fotoğraf kitabı eski bir şey ama daha çok yeni keşfedilmiş ve…
Okay: Bokunu çıkartıyorlar değil mi? Anlıyorum sizi. Eskiden fotoğraf kitabım oluyor demekle, şu an bizim üretimimizde biraz farklı bir olay var. Eskiden sağlam bütçe gerekirdi. Matbaaya gideceksin, bastıracaksın, en az 500 tane olacak. Biz şimdi üç tane basabiliyoruz, öyle bir teknoloji değişimi oldu. Biz sadece mecranın bu güzelliğini yaşamış oluyoruz. Ben, herkese dağılıyor oluşunun romantizminde değilim. Zaten dağılmıyor, beş yüz tane basarsan da beş yüz kişiye dağılıyor. İnternete, Youtube'a yüklediğinde milyonlara ulaşabiliyorsun. Buradaki beni çeken şey, objenin içerisinde sayfa sayfa yarattığın fizikselliğin anlatımla ilişkisi. Ama dediğin gibi, fotoğraf kitabı çok revaçta olmasına rağmen herkeste böyle bir tutku yok. Objeleştirme tutkusu harika, ama orada kalıyor kimi zaman. Ya da bilmiyorum belki de kalmıyordur, ben de her şeyi takip edemiyorum tabii. Nihayetinde kitap zaman gerektiren bir şey, heykel yapmak gibi. Kitap olmasının getirdiği hazzı, fetiş durumunu hemen yaşayıvermek için atlıyorsan, yeterince iyi bir şey çıkaramayabiliyorsun. Her şey için geçerli bu durum.
Şener: Herkese dağılmıyor demene katılıyorum. Keza Book Lab'deki işleri de seyirlik bir kere görebiliyoruz. Kitapla sergi arasında erişim açısından fark olmayabiliyor. Mekana gidiyorsun, duvarda fotoğraf yerine kitabı görüyorsun ve sayfalarını hızlıca çevirip bırakıyorsun. Duvarda serginin çoklu seyirciyle bakılabilme durumu kitabın bireyselliğiyle örtüşmüyor. Başka bir çözüme dair sorular uçuşuyor haliyle. Örneğin Torna'da yapılan "Kitap ve Zaman" etkinliği bir öneri.
Okay: Ancak ne yazık ki, onu da toplasan dört kişi görmüştür. Kimsenin soyut bir fikir olarak bile çok ilgisini çeken bir şey değil. Ama böyle bir şeyin olduğunu da unutmayın. Üretimin çok olduğu bir yerde tüketimin, ürüne saygı içerisinde yapılan bir eylem olması hoş bir şey. Ama bunu dikte edecek bir durum da yok; bunun alıcısı var, bakıcısı var. Milyarlarca film çekiliyor, izleniyor. Kim nasıl izliyor, mecranın umurunda olan bir şey değil. O sadece gönlünü koyuyor ortaya, yapıyor işini, alıcısı çıkarsa, bakarsa yapacak. Bir şeyi karşılık bekleyerek yapıyorsan işin bayağı zor, onun yerine git ticarete gir. Orada girdi-çıktının hesabı daha nettir. Ama burada öyle bir şey yok, neyi ne zaman alacağın belli değil. Belki biri beş sene sonra "Ah Book Lab'i görmüştüm" diyecek, ne bileyim ya da "Siz batırdınız, bu fotoğraf kitabı güzel bir şeydi." de diyebilir.
Şener: Orada büyük bir emek var ve ben kişisel olarak ayakta durup bakmakla aynı hazzı alamıyorum, aynı emeği gösteremiyorum ve haliyle evde bakmak için satın da alamıyorum.
Okay: Orası öyle, büyük bir problem. Photobook Museum da bunun üzerinden yapılan tartışmaların getirisi bir müze örneğin. Fotoğraf kitabına nasıl bakılır, ne kadar bakılır, acaba farklı bir mekan içerisine yayıp bakmanın nasıl bir karşılığı vardır? Onun da net bir cevabı yok. Belki de bazı kitaplar var ki, bakıp çok kısa bir an geçirsen bile sende o kadarlık haliyle bir şey bırakabiliyor. Lars Müller'in Helvetica diye bir kitabı vardır. O kitabın büyük bir çoğunluğu şehirden Helvetica fotoğrafları. O kadar kabullenilmiş ki, "Şehrin yazı tipi" diyorsun. Ona hızlıca baktıktan sonra, bildiğin için o kitapla yaşıyorsun zaten şehirde Helvetica gördükçe. Her kitabın farklı bir hayatı var, yaşantısı var, bana yaptığı etki bu belki. Kimi altını çizerek okumayı sever, kimi "Kitap tamamen fotoğraflardan oluşuyor, bu kitap bile değil!" der.
Şener: Belki çöp adam çizer.
Okay: Belki fotoğrafların altını çizer o da.
İpek: Book Lab'e katılan sanatçıları düşününce, Türkiye'den çok fazla sanatçıyla tanıştınız. Herhangi bir akıma dahil olduğumuzu düşünüyor musun? Hangi stillere eğilim var?
Okay: Yerden ziyade zamanla alakalı diye düşünüyorum, Book Lab'i yapmaya başladığımızdan beri şahsi belgesel konusu çok revaçta hissettiğim kadarıyla. Bir içe dönme hali var, çünkü fotoğrafın özellikle ısrarla kırılmayan bir şekilde kanıt iddiası vardı. İçinde bulunduğumuz senede yaşadığımız korkunç olaylardan sonra önümüzdeki seneler daha da içe kapalı olabilir. Belki tam tersi de olabilir, bir kısım da tamamen gruplaşacak. Yalnız kalmak da korkutucu olabilir.
Bir tarz olarak dersen, her şahsın ne kadar yaratılmış benlik olduğunu, ne çok benzeşmeler olduğunu görüyoruz. Mesela FUAM'daki festivalde şunu fark ettim; bir doku fotoğrafı çılgınlığı var. Bir takım çöplere bakarsın, bir takım kumaşlara bakarsın, dokular dokular…. Homojen bir dokuculuk var. Aralarda da "Ben o dokuda kayboldum." gibi bir his var. Yani tamam, ilkinde üçünde beşinde yaşarsın, "Ben gerçekten bu ölü köpekle bu dokuyu yan yana görüyorum." dersin. Ama herkesin onu yaptığını gördüğün zaman "Acaba ben de istemeden bir grubun üyesi miyim?" demelisin. Onu dedikten sonra ne yaparsın o da ayrı mesele.
Şener: Biz bir ara güncel fotoğraf çalışmalarında en çok çekilen nesnelerin minik bir listesini yapmıştık. Çatlak duvar, küflü duvar, bol grenli lamba ve tavan, ölü kuş, kanayan parmak…
Okay: Yakın zamanlardan sakal modasına bakalım mesela. O zamana kadar sakallı olmasını beklemeyeceğiniz insanlar gür gür sakallar bıraktı. Bu eylemin kökenini, temelini, sebebini o sakalı bırakan yüz bininci adam biliyor mu? Ya yirminci adam? Birisi yapılabildiğini gösteriyor, herkes kendinden bir şeyler bulup peşinden gidiyor. Ama güruh çoğaldıkça sırf normalleşti ya da simge oldu diye taklit edilebiliyor. Keramet sakalda değil yani, niye bıraktığını bilmekte. İşte grup büyüdükçe onu sorgulayacak birilerinin çıkacağı, döngünün baştan devam edeceği günler yaklaşmış demektir.
Şener: Sistem ya da çevre, bir şekilde öncüyü ya da farklı olanı popülerleştirip sıradanlaştırabiliyor. Kitap da buna benzer.
Okay: Bir sürü öncü insan var, bir sürü garip şey yapan insan var. Diğerlerini bunun sanat olduğuna, ilgilerini çekebileceğine ya da ilginç ve değerli bir şeyler anlattığına ikna edemediği sürece anlamı olmuyor. Ama üç kişi ne kadar güzel olduğunu anlayıp anlatınca taklit ederek çoğaltanı bol oluyor. Hani derler ya bazı sanatçılar için, zamanı değilmiş diye, tarih onlarla dolu.
Not: Söyleşi çözümlemesi için Dilara Temel'e ve yardımları için Öykü Canlı'ya teşekkür ederiz.