Sevgili Gözde,
Yan yana durma fırsatı bulsak da, yüz yüze konuşma şansını pek bulamadık; o nedenle pek de tanışmış sayılmayız. Umarım iyisindir, keyifler yerindedir. Sana yazma nedenim işlerin ve ayrıca, kurgu ve sergilemedeki becerilerin.
Bir fotoğraf projesi kurgularken kişinin karşılaştığı en büyük sıkıntı eldeki fotoğraf makinesinin akıldaki birikime sahip olmaması, onunla örtüşememesi sanırım. Kendi kişiliğini bu derecede koruyan bir "makine" fikri -eğer böyle düşünürsen- insanı dehşete düşürüyor. İlk üretildiğinde alameti farikası olan gerçeği bire bir kopyalama özelliği düşünemediğini bildiğimiz bir eşyadan beklenmeyecek kadar kişilikli: gerçeği her bir karede bire bir kopyalarken bizi de o gerçekle baş başa bırakıyor. Bu ise şaşkınlık öncüsü. Çünkü normalde gerçeğe kişiliğimizden soyutlanmadan bakarız ve ona tüm birikimimizi, yargılarımızı, alışkanlıklarımızı katarız. Bu nedenle yeni bir çalışmada ortaya çıkan ilk ürünlerin irili ufaklı hayal kırıklıklarıyla dolu olduğunu düşünüyorum.
Çalışmalar biraz ilerlediğinde ise Kurgu Tanrıları'na şükretme zamanı geliyor. Lanetin bozulduğu ve fotoğraf makinesinin salt insan düşüncesine hizmet noktasına indirgendiği yere taşınıyoruz. Belki de fotoğrafın bir hikaye içindeyken değerlenmesinin (bu ise bambaşka bir yazının konusu) nedeni de budur.
Bu denge kurma noktasında, genellikle toplumsal cinsiyet ve beden politikaları üzerine kuramlarla beslediğin ve teoriyle görsel arasında bahsettiğim dengeyi müthiş derecede iyi kuran işlerini düşünmeden geçemiyorum. Bu işler fazlasıyla ağır kuramlardan yola çıkıyor, lakin bir yanıyla da samimiyetinde hiçbir kuşkuya yer vermiyor (böyle düşünmemin nedeni de senin ilgi alanların evrilip geliştikçe çalışmalarının da aynı paralelde evrimleşmesi.). Bu nedenle tek bir çalışmaya odaklanmak yerine kişiliğini en çok yansıttığına inandığım birkaç çalışmanı bir arada incelemek istedim (Bu ise ayrı bir gerginlik; pek de tanımadığın birine yaptıklarından yola çıkarak kişilik biçmek.). Becerirsem işlerinin samimiyetini kendime -kendimce- ispatlamış olurum. Olur mu?
1984 doğumluymuşsun. Serilerinin her birinin kendi mecrasına uygun bir formatta biçimlenmesi, alt metinlerin gücü, sergilemedeki çeşitliliği seni kuvvetli bir kurgu melakesi haline getiriyor bence.
İlk kişisel sergini de oluşturan Baktım Sana, bir nevi kendini keşfetme projesi. Temelleri Pudica (2007)'yla atılan daha sonrasındaysa şiddetle artacak olan insan bedeninin politik alanlardaki kimliğini araştırma halinin önemli durağı, bu arayışın kendi bedeninde başlaması.
Sadece başlığı bile kadının kendini objeleştirmesi durumun keskin ancak pek naif bir özeti: "…kadınlar göründükleri gibidirler. Erkekler kadınları seyrederler. Kadınlarsa seyredilişlerini seyrederler.". Kadın arkasını birilerinin ona bakacağını bilerek döner. Kendi kendini, daha en başta, kendisi objeleştirir. Seri boyunca normal şartlarda kendisinin seyredildiğinin farkında olmaması gereken kadın, aslında hep bir poz verma halinde; kendi kimliğini inşa ediyor ve bu kimliği başkalarına sunuyor.
Başka birinin bedeni üzerinden anlatılsa belki de bu kadar kesin ayırdına varamayacağımız bu durum, senin kendi bedenini kullanmanla hiçbir soruya yer bırakmıyor.
Çalışmanın da merkezinde yer alan bu ikili, özet niteliğinde.
Nietzsche'nin delirme hikayesini bilir misin? Rivayete göre, normal bir günde sıradan bir iş için evinden çıkan Nietzsche, bir arabacının şiddetle atını dövdüğünü görür. Dayanamayıp kendini atın üstüne atar ve ağlamaya başlar. Komşuları krizdeki Nietzsche'yi evine götürdüklerinde tekrarlayıp durduğu tek bir cümle vardır: "Tanrım, ben ne yaptım?". Kendisi o an arabacının günahını -insanlığın günahını- sırtlanmıştır. Bir daha kendine gelemez. Fazlaca romantik de olsa, Pay Here‘ı her açışımda bu hikaye geliyor aklıma. Erkin "ikincil"lere karşı işlediği günahların, "doğuştan hak"larının isyanında; bunları her an, en azından, burnumuzun dibine sokan; kanıksamamıza izin vermeyen bir Gözde Türkkan. Sürekli bir algı uyanıklığı hali.
Görsellerin ilk katmanı aslında gündelik hayatta her daim karşımıza çıkan ve yanlışlığı artık sorgulanmayan kareler. Lakin 2. katmanın eklenmesiyle birlikte her an duvara çarptırıyor; bakanı her an dürtüyor ve durumu kanıksamasına izin vermiyor. İlk fotoğrafta "belki de sevgilidirler, son derece mutludurlar (belki hakikaten de öyleler)" dememin ardından 2. görsel balyozu indiriyor, bakışı tartışmasız istediğin noktaya taşıyor.
Özellikle çalışmanın merkezinde yer alan 3 görselse 3. bir katman ekliyor; düşünceyi imgelerle pekiştiriyor. Kaldı ki sadece bu üç görsel; topuklu ayakkabı, et ve ete bakan kitle bile insanın bam telinin üzerinde tepinebiliyor. Çalışmayı yine kendi portrenle noktalaman (ki benzeri bir durum Full Contact'te de mevcut.) "Baktım Sana"nın çıkış noktasına yeni bir atıf mı, bunu merak ediyorum (Yine, aynı şekilde, Full Contact'te de.).
Şu düşünce beni hep dehşete düşürmüştür: nasıl bir birikim, akıl ve kültüre sahip olursam olayım, gece 3′te dışarı çıkamıyorum. Teoride tamamen eşit, kendimi yetiştirme halime göre belki de üstün olduğum erkeğin yapabileceği şeylerin ihtimalini göze alamıyorum. Cirmimin zerre sözünün geçmediği bir "erklik" dünyası mevcut bu noktada. Ve ben evimde oturup konuya dair akademik makaleler okurken dünya fiziksel güce iltimas geçerek dönüyor.
Şöyle demişti Marcus Schaden PhotoBook MasterClass sergi açılışında, senin hakkında: "Bu genç çıtı pıtı kızın içinde bir de kick-boxçu barındırması beni hep şaşırtmıştır.". Sanırım, kendi kendime, sıfatlarının en baskın ikisini birbirine böyle bağlıyorum, şaşırmıyorum. Dahası, bu uğraşını da toplumsal cinsiyete dayalı projelerinle birleştirip bu noktada bir de "beden politikaları" tamlaması ekleyerek bedenin sergilendiği ve pazarlandığı farklı mecraları karşımıza çıkarıp "yüzleştiren" Full Contact'ı üretmen, uğraşlarının bu derecede birbirine eklemlenmesi olmadığından yokluğunu fark edemediğimiz puzzle parçasını önümüze sunuyor, yerine yerleştiriyor.
Belki de seninle ilgili söylediğim anahtar kelimelerin en önemlisi de buydu, kendini bu noktada şekillendirdi, önüme koydu: "yüzleştirme.".
"Yüzleştirme". Fazlaca güç isteyen bir kelime/kavram olsa da içinde "yüz"ü de, "yüzleşme"yi de barındırıyor. Mektuba ilk başladığımda farkında olmadığım bu durum, işlerinin detayına inmeye başladıkça kafamı da fazlaca kurcalar oldu. Çalışmalarının ne kadarının yüzleşme ne kadarının yüzleştirme; bir başka deyişle ne kadarının bakma ne kadarının gösterme üzerine kurulu olduğu aklımı kurcalıyor. Çünkü, itiraf edeyim, bazen bu ana kadar ettiğim sözlerden uzak; salt bir merak, son derece insani olduğunu düşündüğüm bir teşhir duygusu, yine herkesin içinde taşıdığına inandığım bir "röntgencilik" halinin dışa vurumundan yola çıkmış olabilir misin, üstüne bu anlamları ben mi yüklemişim emin olamıyorum. Demek istediğim, çalışmalarında her daim bir kadın bedenine yönelme olsa da bu beden toplumsal bir yüke sahip "kadın" kavramına mı ait, yoksa Gözde'nin ya da Gözde'nin bakmayı istediği belli birinin bedeni mi? Yoksa aradaki çizgi çoktan beri belirsiz mi? Bunu anlamaya çalışıyorum, olmuyor. Yardımına ihtiyacım var sanırım.
Sevgiyle,
İpek