Laszlo Moholy Nagy demiş ki: "Fotoğrafın düşmanı, uzlaşı'dır; yani fotoğrafın nasıl çekileceğine dair sabit kurallardır. Fotoğrafın kurtuluşu deneyden gelir."
Fotoğrafın ne olduğuna ve nasıl zorlanabileceğine dair devamlı deneyler ve düşünceler halinde biri olarak eski Sanatta Yeterlilik tezi konum olan fotoğraf ve mekan ilişkisi ve mekana yayılmanın fotoğrafta getirdiği imkanları göstermek istediğim bir yazı olacak bu.
2013'de gittiğim Venedik Bienali'nde gördüğüm bir işten bahsetmek isterim. Aslında fotoğrafın çerçeve dışında çıkabilme ihtimalini aklıma ilk kez takıntı olarak yerleştiren iş buydu. Eva Kotatkova'nın "Asylum" yerleştirmesi fotoğraflardan, çizimlerden ve objelerden oluşan koca bir masa. Kotatkova'nın Prag'da bulunan Bohnice Psikiyatri Hastanesi'ne yaptığı ziyaretlerin sonucu olan bu çalışmada, hastalarla yapılan röportajlar ve onların yazdığı günlüklerden parçalar görüyoruz. Hastaların hayal gücünün etkileyiciliği, fakat bir yandan da "hasta" kategorisinde olmaları işin vermek istediği en önemli his. Bunu da metal bariyerlerin arasında karşılaştığımız kolajlar ve yazılar aracılığıyla alabiliyoruz. Bu güçlü, fakat hassas dengenin yeni bir dünya yarattığını ve bu dünyanın iki boyutlu bir çerçeve değil, insanın içine neredeyse bedenen girebildiği bir tiyatro sahnesine dönüştüğünü görmek heyecan verici. Bu çalışmanın özel bir araştırma sonucu ortaya çıkan bir iş olması ve asla giremeyeceğimiz bir dünyaya -akıl hastanesinde olan kişilerin beyinlerine diyelim- adım atmamızı sağlaması benim için unutulmaz bir sanat eseri olmasını sağladı.
Daha sonra öğreniyorum ki fotoğrafın boyutlandığı/ayaklandığı/şekilden şekile girdiği ilk önemli sergi 1970 yılında MoMa'da açılmış. "Photography Into Sculpture" (Fotoğraftan Heykele?) isimli bu serginin basın bülteninde serginin ve müzenin fotoğraf departmanının küratörü Peter Bunnell, şöyle der:
" … sergi geleneksel baskının, başka bir deyişle düz yüzey işlerin ötesindeki endişeleri kucaklar ve bunu yaparken fotoğraf sanatının safça kaydetme eyleminden çok yorumlama ve işçilik ile ilişkilendiğine dair yüksek bir farkındalığın meydana çıkmasını arar. Sanatı farklı şekillerde ele alan bu fotoğrafçıların/heykeltraşların yaptığı şey bizim sahip olduğumuz kompleks duyulara yaklaşan karmaşık anlamlar üretmektir."
Benim bu alıntıda en yakınlık duyduğum kısım karmaşık anlamlar üretme kısmı. Bir çerçeve içindeki tek bir fotoğraf da tabii ki binlerce anlam barındırıyor ama kişiyi bir dünyanın içine fotoğraflarla sokmak ve fotoğrafın resimden daha güçlü bir gerçek hayat temsili -ya da yansıması- olması beni bu tür mekana yayılan işlere daha yakın hissettiriyor.
Roger Thompson, Yerleştirme Fotoğrafı ve İzleyicinin Dönüşümü isimli yazısında (tam olarak yukarıda bahsettiğim gibi) fotoğrafın diğer görsel sanatlara kıyasla, izleyiciden daha farklı bir ilişki kurma biçimi talep ettiğini söyler. Her yerde var olan fotoğrafın popülaritesi, gerçekliği yakalamak üzerine kurulmuştur. Fakat sanat formu olan fotoğrafın, temsil etme ve ifade etme arasındaki çizgiyi sorgulama gücü vardır. Bu gücü elinde tutabilir çünkü seyircinin kameranın yaygınlaşmasıyla beraber ortaya çıkan, fotoğrafın neyden oluştuğuna dair derin bir iç görüsü vardır. Zengin ve kapsamlı tarihsel kullanımı sayesinde fotoğraf, kişisel tarihler ve genel olarak dünya ile bağlanma gücü sağlar. Yerleştirmeler ise bu bağlantı vaadini daha büyük bir kapasite ile gerçekleştirir.
Bu bağlantı izleyiciyi içine çekme, dalma anlamına gelen ve tam Türkçe karşılığı olmayan "immersion" durumudur. Immersion, daha çok yeni medya işleri için kullanılan bir kavram olsa da enstalasyon çalışmalarında da var olan bir karakteristik. Harriet Hawkin'in sözleriyle immersion yaratan çalışmalar, kişinin tüm vücudunu içine alabilecek alanlar yaratan çalışmalardır. Bu durumda, bakan kişi bir sanat çalışmasıyla samimi bir karşılaşmaya girmektedir. Bu samimiyet yerleştirme sanatının bir başka yönünü, diyalog kurmasını ortaya çıkarır. Bu diyalog da izleyicide sanat deneyiminin bir parçası olur. Hawkins'in deyimiyle sanat izleyicisi, sadece bir çerçeveye bakan kişi olmaktan çıkar, o çerçevenin içinde var olmaya başlar.
Boltanski'nin Chance çalışmasına baktığımızda seyircinin çerçevenin içine yerleşmesi durumu iyice çığrından çıkıyor ve yukarıda bahsettiğim izleyicinin tüm benliğiyle çalışmanın içine dalması gerçekleşiyor. Bu sefer bir yandan fotoğraflar mekana yayılırken, diğer yandan bütün mekanın içinde hareket halindeler ve sizi sarıp sarmalıyorlar. Yine bir Venedik Bienali'nde rast gelip hayran kaldığım işlerden olan, 2011 yılında Fransız Pavilyonu'nda gösterilen Chance, metal borulardan oluşan ve seyirciyi hem boyut, hem hareket hem de seslerle ezen bir enstalasyon. Odanın içinde dönen imgeler Polonya gazetelerinde rutin bir şekilde yer alan doğum haberlerinden alınan bir günlük bebeklerin fotoğraflarıdır. Yaklaşık 10 dakika aralıklarla bir zil sesi duyulur ve arka odadaki videoda görüntü donarak tek bir bebek fotoğrafına odaklanır. Bu yüksek sesli, klostrofobik ve insansı bir yandan korkunç olan yerleştirme; tamamen şans ve kimlik üzerine kurulmuştur. Ölüm ve doğum arasındaki ince çizginin sorgulanması ve bunun bebek fotoğrafları üzerinden yapılması tüyler ürpertici bir his vermekte.
Son yıllarda fotoğrafların mekana yayılma eğiliminin iyice arttığını görüyoruz. Bunu doğuranın fotoğraf üretmenin kolaylığı ve fazla sayıda fotoğrafı hızlıca üretebilmemiz olduğunu düşünüyorum. Dahası insanlar günümüz görsel dünyasında çerçevenin önünde çok az vakit geçiriyor ve bu sabırsızlıkla eğilimleri değişiyor. 2015'de MoMa'da gerçekleştirilen Yeni Fotoğraf 2015 sergisinin tam ismi Ocean of Images: New Photography 2015 idi. İmgelerin uyandığımız andan itibaren her an önümüzden su gibi aktığı ve bir okyanus yarattığı bir dünyada yaşadığımızı düşününce bunun iyi bir sergi ismi olduğunu kabul etmemiz gerekir.
MoMa, aslında uzun bir süredir ‘Yeni fotoğraf nedir'i kurcalayıp bunun üzerine sergiler yapıyor. New Photography serisinin ilki 1985 yılında gerçekleşiyor. Benim dikkatimi çeken ve mekanı kullanan sanatçılardan biri de bu serinin 2015 ayağında tekrar karşıma çıkıyor. Anouk Kruithuf'un işlerinde fotoğrafların, daha önce bahsettiğim yerleştirmelere nazaran ayrı ayrı heykellere dönüştüğünü görüyoruz. Evidence isimli kişisel sergisinde bulunan Neutrals isimli işi en çok ilgimi çekenlerden biri. 7 adet heykelden oluşan bu seride fotoğraflar vinil, lateks ve PVC gibi alışılmışın dışında malzemelere basılmış. Metal çubukların üzerine yerleştirilen bu fotoğraflar, metalin soğukluğu ve basılan malzemenin hissi ile beraber daha da duygusuz ve mekanik bir hale bürünüyor. Kruithuf, bu çalışmasında TSA (Transportation Security Administration)'nın, Türkçesi ile Amerika'nın Ulaşım Güvenliği'nden sorumlu birimin Instagram hesabından çeşitli fotoğraflar kullanıyor. Bu hesapta genellikle güvenlik nedeniyle el konulan objelerin -sıklıkla silahlar- fotoğraflarını görüyoruz. Bu fotoğrafların yanında genellikle bu objeleri taşıyanların kimlikleri de görünmekte, fakat bu görseller insanların neredeyse cinsiyetini ya da ırkını bile seçemeyeceğimiz kadar bulanık halde paylaşılmaktadır. Sanatçı, bu kimlik görüntülerinin çıktılarını alarak metal konstrüksiyonlar üzerinde sergilemiştir. Dijital dünyada var olan bu flu ve neredeyse kimliksiz kimlik görüntüleri, bu heykellerle paralel bir evden başka bir şeye dönüşerek var olmuştur.
İnternetin varlığının bize inanılmaz arşiv imkanları sunduğu ortada. Bunu kullanan başka bir sanatçı ise Erik Kessels. Kessels, 24 Hours isimli çalışmasında neredeyse bir milyon adet fotoğraftan oluşan bir enstalasyon kurguluyor. Flickr sitesinden seçilen ve 24 saatlik aralıklarla yüklenen tüm fotoğrafları basıp müzeye yerleştiren sanatçı, görsel akışa maruz kaldığımız dünyanın fiziksel bir temsilini yaratıyor.
Son olarak Paris Photo 2016'da sergilenen, Douglas Gordon'ın son çalışması Reflux'dan bahsedebiliriz. Hakkında çok fazla bilgi bulamadığım bu çalışmayı, Paris Photo sınırları içerisinde mekana bu kadar yayılan ve mekanın içinde seyirciyi ele geçiren pek fazla iş hatırlamadığım için eklemek istedim. Douglas Gordon'ın geleneksel bir fotoğrafçı olmadığı ve fotoğraf dışında bir çok alanda iş ürettiğini düşünürsek bu yerleştirme tarzı çok da şaşırtıcı değil.
Bu çalışmaların hepsine baktığımda aklımda bir çok soru oluşuyor. Bu yerleştirmelere ütopya, ya da daha ileri götürürsek heterotopya diyebilir miyiz? Bu soruları sormama yardımcı kaynaklardan biri Utopia/Dystopia: Construction and Destruction in Photography and Collage sergisinin kitabı. Bir diğeri ise bu yazıyı yazarken bulma şansına eriştiğim, Ebru Ceren Uzun Uysal'ın Fotoğraf Mekan İlişkisi Bağlamında Nesne Üzerinden Dil Oluşturma isimli Sanatta Yeterlilik tezi. Bu tezde Uysal, heterotopya tanımının yerleştirme sanatını tanımlamadaki öneminden bahseder. Foucault'nun ortaya attığı ve daha çok mimarlık çalışmalarında karşımıza çıkan bu kavram, gerçek yerlerin farklı bir yerde eş zamanlı temsil edilmesidir. Gerçekte var olan bir yeri gösterir ama orası değildir, aslında yer de değildir. Heterotopya, Foucault tarafından, Uysal'ın dediği üzere "Birbirine uymayan şeyler arasında bağ kurmaktan daha şiddetli bir düzensizlik türünün de var olduğu yönünde savıyla ortaya atılmıştır."
Uysal, enstalasyon sanatının bu kavram ile bağdaşmasını şöyle anlatmaya devam eder:
"Heterotopya kavramının, enstalasyon sanatının biçimine katkısı, daha önce bahsedildiği üzere, bu biçimin temel yapısında yatmaktadır. Yani, yaratılan ‘karşı- mekân' içine dahil olan nesneler, ‘hem yan yana hem de karşıtlık içinde' yeni bir anlam yaratacak biçimde bir arada kullanılırlar. Heterotopyalar, bir tek mutlak ve olumlu sonucu kabul etmezler, birden çok alternatif yolu ve anlamı içlerinde barındırırlar. Dolayısıyla bu, içeriklerinde farklı öğeleri barındırmalarının yanı sıra, katılımcılarının farklı yorumlarda bulunabilmesine de olanak sağlar. Bu da enstalasyon sanatının ‘kendilerine bakan bir özneye ihtiyaç duyma' özelliği ile bağdaşır durumdadır. Birden fazla farklı anlama ve yoruma olanak tanıması (kendisini izleyen özne tarafından), bir karşı-mekân olması (mekân olmayan yeni bir mekân, mekânsal hayal gücü) ve içindeki nesneleri yan yana ve birbirinden ayrı yeni bir anlamsal bütün yaratabilecek gibi yeniden düzenleyebilmesi kabiliyetiyle enstalasyon sanatı, heterotopya kavramının plastik karşılığı olma yolunda, diğer sanatsal disiplinleri olduğu kadar fotoğrafı da bünyesinde etkili bir biçimde kullanmayı başarmıştır. "
Ayrıca bu çalışmalarda çoğunlukla arşivlerden fotoğraflar kullanıldığını görüyoruz. Her ne kadar fotoğraf çekmek ve basmak artık çok kolay olsa da hala arşivlerin kullanılması, geçmişin ve hatıranın tekrar kurgulanıp bir mimari düzen ile sunulması beni etkiliyor. Acaba bunun sebebi nedir? Sanatçının belli bir arşive yönelip onu mekanla dönüştürmesindeki, özellikle bunu fotoğraf gibi gerçeğin temsiline en yakın kabul edilen araç ile yapmasındaki amaç ne olabilir? Şimdilik bilemiyorum ama John Dewey'in Art as Experience kitabında yer alan güzel bir alıntı ile bitiriyorum:
"Her sanat ifade eder çünkü iletişim kurar. Bize canlı ve derin anlamlar paylaşmamızı sağlar … İletişim, bir şeyi ilan etmemektedir … İletişim, katılımı yaratma, izole edilmiş ve tekil olanları ortaklaştırmanın bir süreçtir … "
Kaynaklar:
- Photography Into Sculpture Press Release
https://www.moma.org/d/c/press_releases/W1siZiIsIjMyNjY3OCJdXQ.pdf?sha=1f14f01a824a59f9
- Thompson, Roger. Installation Photography and Transformation of The Viewer
http://www.donttakepictures.com/dtp-blog/2016/3/1/installation-photography-and-the-transformation-of-the-viewer
- Kurcfeld, Michael . "CHANCE" Encounter: Christian Boltanski Weighs Birth and Death at the 2011 Venice Biennale
http://www.huffingtonpost.com/michael-kurcfeld/chance-encounter-christia_b_924000.html
- 24 Hours by Erik Kessels 14 Kasım
http://cameraluv.com/24-hours-by-erik-kessels/
http://www.anoukkruithof.nl/evidence
- Uysa, Ebru Ceren. Fotoğraf Mekan İlişkisi Bağlamında Nesne Üzerinden Dil Oluşturma, Sayfa 102-103
Dewey, John. Art as Experience