Sevgili Görkem,
Görüşmeyeli uzuun zaman oldu. En son Aralık 2015'in sonunda, sevgili Gözde Türkkan'ın sergisinde bir araya gelmiştik sanırım. Umarım iyisindir, keyiflerin yerindedir.
Söze nereden gireceğimi öylesine kestiremiyorum ki, ancak Hikmet Benol yardımıyla, "Bana bir mektup yazmış olsaydın, ben de sana cevap vermiş olsaydım." diyebiliyorum. Girdiğim yolun beni nereye götüreceği, yolda nerelere uğratıp neler göstereceği muallak olsa da, böyle bir araştırma ve anlamaya çalışma sürecine, kişisel olarak ihtiyacım var. Yazdıkça, sözcüklerin aydınlanacağını umut ediyorum ve muhatabın da sen olman gerektiğini biliyorum, zira son zamanlarda günlerim/gecelerim fotoğrafın gerçekliğini sorgulayarak geçiyor. Senin de bir söyleşin sırasında bahsettiğin; fotoğraf ve gerçek arasındaki klişe, fotoğrafın "gerçekmiş gibi olan hali" hem kafamı karıştırıyor hem de eğlendiriyor beni. Belki bu konuda birbirimizi besleriz diye umuyorum. En azından, ben senden ve çalışmalarından bu anlamda çok besleniyorum.
Güzel Orhan Cem Çetin'in fotoğraf tanımını ödünç almak gerekirse; fotoğraf, "Bir şey, bir zamanlar, belli bir açıdan bakıldığında, bir süreliğine, tıpa tıp böyle görülmüştür."ün kanıtı diyebiliriz. Bu tanım ilk anda tamı tamına doğru görünürken aklıma gayri ihtiyari olarak zamanında müttefik olunan isimlerle aranın bozulması durumunda, kişinin fotoğraftan silindiği propaganda görselleri geliyor:
Fotoğrafın gerçekliğini yeni baştan kurgulayan program ve müdahaleler, bu tanımda kendine yer bulamıyor. Eminim Cem Hoca bu açığı görmüştür (belki o da ses verir, ha?) ancak tekil fotoğrafın gerçekliğine bile bu kadar güvenilmeyen günlerde; bir fotoğraf serisinin gerçekliğinden bahsetmek La Manchalı bir asilzadenin nafile çabasından başka nedir ki?
Fotoğrafın gerçekliği tartışmasının birinci boyutu gerçekliği değiştirmekse, 2. boyutu da kendi gerçekliğini yaratmak olmalı. Bu konuda aklıma gelen çarpıcı örnekse 2008 yılında kalabalık bir sanatçı ekibiyle gerçekleştirilen kolektif bir proje. Bu proje kapsamında, 12 Kasım 2008 tarihinde, The New York Times'ın 80.000′in üzerinde kopyası Amerika'nın çeşitli şehirlerinde dağıtıma çıkarılır. Bu gazete, önündeki 9 ay için olası en iyi senaryo haberinden oluşan 14 sayfalık özel bir bölüm içerir ve 2008 Amerika Başkanlık Seçimlerinde Obama'nın başkan seçilmesinin ardından gelecek için fazlasıyla heyecanlı olan Amerikan halkını hedefler. Gazeteyi üreten sanatçılar, nelerin olmadığını söylemek yerine neleri istediklerini söylemeyi tercih ederler ve gazetenin sür manşeti "IRAK SAVAŞI SONA ERDİ" olarak belirlenir. Projenin amacı, 15 saniyeliğine de olsa, okuyucuları ülke için umut ettikleri şeyin gerçek olduğuna inandırmaktan ibaret olur. Sadece 15 saniyeliğine, 7 yıldır süregiden buhranın yerine barışı hatırlamak.
Ve Görkem, bu projede müthiş bir şey oldu. İnsanlar (15 saniyeliğine de olsa) bu habere inandılar. İNANDILAR! Öyleyse içinde yaşadığımız ve sonunun gelmeyeceğine inandığımız bu sistemin de bir illüzyondan ibaret olmadığını kim söyleyebilir ki? Bambaşka bir köşeden; tarihin olmasa da deneyimin "bir zamanda, belli bir açıdan bakıldığında, bir süreliğine de olsa, tıpa tıp" inandırışının resmi.
Güzel Görkem,
Senin de fotoğrafa "belgesel fotoğraf" hayaliyle başladığını, ancak bu disiplinde aradığını bulamadığını düşününce, buraya kadar sürdürdüğüm ve tamamen belge/belgesel, gerçek/gerçeklik üzerine kurulu bilinç akışı için beni bağışla. Ancak ortaya çıkarılanın ne derece sana ait bir gerçeklik olduğu; ne kadarınınsa toplama/yapılma/üretilmeden oluştuğu gibi sorular senin işlerin çerçevesinde de fazlasıyla su yüzüne çıkıyor. Haliyle beni bu mektubu yazmaya iten de çalışmalarındaki bu Araf halinin çekiciliği oluyor.
Açık mektupsa bunun adı, meraklı seyirciler için ufak bir tanıtıvereyim seni. Anadolu Üniversitesi'nde İletişim okurken üniversitenin fotoğraf kulübüne katılmış, bir yandan da seçmeli fotoğraf dersleriyle kendini geliştirmişsin. Mezun olduktan sonra, bir süre Alp Sime'nin asistanlığını yapmışsın. O dönem belgesel fotoğrafa meyilliymişsin ama anlaşılan gerçek olan o kadar da çekici gelmemiş. Etik meselelerini de halledememişsin.
2012 yılında Siemens Sanat'ın Sınırlar-Yörüngeler seçkisine dahil olan "Çocuklar ve Bebekleri" ile 2013′te Poligon'da sergilenen "Çiğ", bu arayışın su yüzüne çıktığı ilk çalışmaların olmalı. Bu çalışmaların ardından gelen "Eşik" ise, aynı arayışın derinleşmesi olarak görülebilir. Özellikle ilk iki çalışmana, salt biçimsel olarak baktığımızda; basit, primitif diyebileceğimiz fikirlerden yola çıkıyor. "Çocuklar ve Bebekleri"nde kendi diktiğin etten bebekleri, internette yahut sahaf derinliklerinde bulduğun çocuk fotoğraflarının üzerine photoshopta yerleştirerek üretmiş; Çiğ'de ise uzun bir periyodun, 100 yıllık bir sürecin içinde idam edilmiş mahkumların fotoğraflarını, yine photoshopta iplerini silerek, sanki stüdyo ortamında üretilmiş portre fotoğraflarına dönüştürmüşsün. Bu fotoğrafların senin çektiğin fotoğraflar yerine buluntu imajlardan yola çıkması; "Çocuklar ve Bebekleri"nde görsellere kendi diktiğin bebekleri eklerken, "Çiğ"de ürettiğin fotoğrafları toprağın altına gömüp bir süre bekleterek, ölüyü alışılagelmiş ritüeline 2. kere kavuşturman performansa dayalı bir yan da katıyor bu projelere. "Nasıl"ını biraz düşünerek çözebildiğim, yahut gizemli kalmasının kekre tadını sevdiğim bu çalışmaların, "neden"ini merak ediyorum aslında.
"Çocuklar ve Bebekleri" serisinde, çocukların ellerinde tuttukları şeyden bihaber biçimde gülümsemeleri, duruma eğreti ve gergin bir his katıyor. Evcilikle, oyunla alakalı bir nesnenin bu gergin hissi yaratması; dahası bu sürecin 150 yıllık bir dilimde büyümüş çocuklar üzerindeki etkisi, günümüz masallarının aslında Ortaçağ'da çocukları hayatın kötülüklerine karşı korumak/korkutmak için yazılmış ilk nüshalarını anımsatıyor. Sanki Külkedisi insan tacirleriyle karşı karşıya; Rapunzel kapatıldığı kulesinden Hristiyan dualarını haykırıyor. Korkutucu olanın zamanın halkalarında iç rahatlatıcı olana dönüştüğünü görmek gibi, "Çocuklar ve Bebekleri" de bütün kodları iyi olan bir imajı korkutucu bir nesneye dönüştürerek psikolojinin dengelerine saldırıyor. Etten bebek, 150 yıllık bir zaman diliminde geziniyor…
Fikren olmasa da zikren bu ilk çalışmaya pek yakın bulduğum "Çiğ" ise Barthes'in punctumunun şiddete ait olan ikinci tanımını hatırlatıyor: "Fotoğraf fena sayılmaz, genç de öyle. Bu studium'dur. Punctum ise şudur: O ölecek. Bu olacak ile bu vardı'yı aynı anda okuyorum. Ucunda ölüm olan geçmiş bir geleceği (geçmişi) dehşet içinde gözlüyorum". Çalışma, senin hala yaşayan genç bir sanatçı olduğunu bilen bir izleyiciye ilk anda belki de yaşayan birinin portresine baktığını düşündürürken, fotoğrafın çekildiği anda dahi ölü olan birine baktığını öğrenmek; zamanda (lineer anlamda değil ama yansıma anlamında) bir kere daha tersine bir yolculuk hissi yaratıyor. Yürüdüğüm yolun sonunda vardığım yeri sevdim sanırım, bu iki çalışmanın ortaklığını da: her iki çalışma da bizi lineer ve aşina olduğumuz tarihin beklenmedik yansımasıyla karşı karşıya bırakarak afallatıyor. Bir yazının aynadaki yansımasını gördüğümüzde ilk anda eşit derecede tanıdık ve yabancı gelmesi ve aslında afallatanın bu iki hissi aynı anda yaşama duygusu olması gibi. Gerçek olanın, hem bozulması hem de yeniden hayal edilmesiyle karşı karşıyayız. Ve bir şeyin, "bir zamanlar, belli bir açıdan bakıldığında, bir süreliğine, tıpa tıp böyle" görünüşü, baştan sona yeniden inşa edilmiş halde.
Devamında gelen Eşik, adıyla müsemma. Projen hakkında söylediğin; şiddet, korku gibi kaçamadığın ve alttan alta seni yoran duyguların, seyirciye de aynı hissi geçirdiği, dahası fotoğrafının gerçeklik eşiğinden senin gerçekliğine doğru düşüşünün en şiddetle hissedildiği çalışman bence. Eşik, tanımı gereği iki farklı noktadan geçmesi gereken bir doğru gibi; sembolüyle, çift taraflı ok gibi; hem sana hem seyirciye batıyor. Bir yanıyla da "Doğru" sözcüğü işe hiç mi hiç yakışmıyor, zira sürecin dijital değil de analog yöntemlerle ilerlediği belli oluyor. Bu analog yöntemlerin, karanlık odanın, elde basmanın getirdiği kişisellik; çalışmayı mükemmellikten uzaklaştırıyor. Bir çalışmanın elde üretilmesinin, dolayısıyla küçük hatalar, yahut o anki ruh halinin yarattığı beklenmedik sonuçlar, çalışmayı biriciklik noktasına taşırıyor. Bu hal de eşik sözcüğüne, ikinci bir katman getiriyor.
Hikayelere tek tek bakmanın ötesinde, zamanla bir araya geldiklerinde yarattıkları üst üste birikme hali ise her şeyden çok bir sonraki adımın ne olacağını merak ettiriyor. Zira bütün çalışmalarına bir arada baktığımda; tamamlanıp rafa kaldırılmış, birbirinden bağımsız hikayelerden ziyade, bir günlük gibi, eklektik bir yapıyla karşılaştığımızı; aynı derdin her seferinde yeni katmanlar denenerek, süreçte öğrenilen şeylerle harmanlanarak tekrar tekrar işlendiğini, o derdin değişmediğini hissediyorum. O derdi senin ağzından dinlemekse en çok arzu edilen. Sadece yaklaştığım, ama asla tam olarak dokunamadığım bir dert.
Sevgiler,
İpek