Sokrates: "SEVGİ (EROS), kendisinden başka bir şeyin sevgisi midir yoksa hiç bir şeyin sevgisi değil midir? Sorum, onun bir anneden mi yoksa bir babadan mı doğan bir sevgi olduğu değil – ki bu soru gerçekten de saçma olurdu – ama sorumu bir baba için de düşünebilirsin; baba, bir şeyin babası mıdır yoksa hiç bir şeyin babası değil midir? Beni doğru cevaplamak için, bir babanın baba olması için, ondan olan bir kız yahut oğul bulunması gerektiğini söylemek zorundasın, haksız mıyım?
'Elbette haklısın.' demiş Agathon.
‘Anne için de aynı şeyleri söyleyemez miydin?'
Agathon bunu da kabul etmiş
‘Pekala, şimdi söyleyeceklerimle birlikte, daha iyi anlayacaksın bunu. Bir kardeş, ona kardeş diyebilmemiz için birilerinin kardeşi olmak zorunda değil midir?'
Agathon onaylamış.
‘Bir erkeğin yahut bir kızın kardeşi.'
‘Evet, öyle.'
‘Şimdi de SEVGİ için düşün aynı sorumu; O bir şeyin sevgisi midir yoksa değil midir?'
‘Bir şeyin sevgisi olmalıdır elbette.'
‘O zaman aklında tut bunu; Sevgi bir şeyin sevgisidir. Ve şimdi şunu yanıtla; Sevgi, sevgisi olduğu şeyi arzular mı arzulamaz mı?'
‘Elbette arzular.'
‘Bu arzuladığı şey onun sahip olduğu bir şey midir, yoksa değil midir?'
‘Galiba değildir, en azından öyle olmaması gerekir.'
‘Galiba diyecek yerde, arzulamanın ne olduğunu düşün. O bizde olanı istemek midir yoksa olmayanı mı? Bizde olanı arzular mıyız yoksa arzulamaz mıyız? Bu beni ne kadar etkiliyor anlatamam Agathon, sen ne düşünüyorsun?'
‘Ben de senin gibi düşünüyorum Sokrates.'
‘Güzel. Boyu gerçekten de uzun olan biri boyunun uzun olmasını ister mi? Yahut güçlü olan bir kimse güçlü olmayı arzular mı?'
‘Üzerinde anlaşmış olduğumuz fikre göre, bu imkansız.'
‘Evet, çünkü hiç kimse, sahip olduğu şeylere ihtiyaç duymaz.'
‘Doğru.'
‘Ama belki güçlü olan bir adam güçlü olmayı arzulayabilir. Hızlı olan hızlı olmayı, yahut sağlıklı olan da sağlıklı olmayı. Bu durumda insanların gerçekten de kendilerinde olanı arzuladıklarını düşünebilirsin – bir hataya düşmeyelim diye bu konuyu açtım. Fakat onların bu arzularını bir kenara bırakırsak Agathon, görürüz ki onlar her ne olmak istiyorlarsa şu anda odurlar. Ama bir kişi şunları söylerse; ' Ben sağlıklıyım ama sağlıklı olmak istiyorum.' veya ‘Ben zenginim ve zengin olmak istiyorum.' yani ‘Şu anda nelere sahipsem onları arzuluyorum.' ben de ona şu yanıtı veririm; Sen sağlığı da zenginliği de bugün için değil, geleceğin için arzu ediyorsun, çünkü bugün iste ya da isteme, onlar zaten sende var. O ‘Şu anda nelere sahipsem onları arzuluyorum' derken şunu söylemek istemiyor mu; Şimdi sahip olduğum şeylerin gelecekte de bana ait olmasını arzuluyorum.Bu adam haklı değil midir sence?'
‘Evet,doğru.'
‘Bu güzelliklere ve servete gelecekte de sahip olmayı istemek, sahip olmadığımız bir şeyi arzulamak değil midir?'[1]
Bilinmeyen Fotoğrafçı, Oturan Kadın Daguerrotype tutarken. 1850
(Kaynak: Marien, Mary Warner. Photography: A Cultural History. Laurence King Publishing, 3rdedition, London, 2010. )
Fotoğraf da Plato'nun Eros'u gibi, özünde sahip olmadığımız bir şeyi arzulamaktır. İnsan kaybolabilecek şeyin fotoğrafını çeker ya da bu kaybın üzüntü yaratacağı şeyin fotoğrafına bir anlam atfedip ona sahip çıkar. Bahsedilen kayıp ille de varolmuş olanın yekten yok olması demek değildir, günümüzde zamanın çizgisel yaşandığını kabul edersek, bir şeyin geçmişte kalması bile, çok kez bir kayıp algısı yaratabilmektedir. Geçmişin ‘kayıp algısı' yarattığı gibi gelecek de ‘sahip olma' algısı yaratır. İnsanın anı fotoğraflarına sıkı sıkı tutunmasının ya da kiminin onlardan kurtulma çabasının sebebi de aslında insanın fotoğraflar üzerinden zamana, yani ölüme ve ölümlülüğe hükmetme arzusundan doğar. Çünkü fotoğraf zamanı taşır, geçmişte kalanı gelecekte sahip olunabilen bir yüzeye aktarır. Böylece her ne kadar bir ilüzyon olsa da, fotoğraf da aşk gibi, yaradılışta olan bir derdin çözümü olur. Platon'a göre aşk ölümsüzlük arzusudur. [2]
Fotoğrafın doğası gereği de çekilen her fotoğraf bir kayıp yaratır. Fotoğraf, kaybolmuş olanı görünür kılar, çünkü fotoğrafı çekilen her neyse, özünde bir daha asla o fotoğraftakiyle aynı olmayacaktır. "Bir şeyi fotoğraflamak ona sahip olmak demektir. Bu da insanın kendisiyle dünya arasında bilgi,dolayısıyla güç, olarak hissedilen bir ilişki kurması anlamına gelir."[3] Ancak fotoğraflar bir film akışı içinde bizi allak bullak ederler, bir anda şimdiyi geçmişe, yaşamı ölüme dönüştürerek.[4] Buna göre fotoğrafın hem bir şeye sahip olmamıza hem de sahip olduğumuzu, sahip olduğumuz için öldürdüğümüze sebebiyet verdiğini söylemek yanlış olmaz. Fotoğraf bu noktada ‘severken öldürmenin' aracı olmuştur. Sontag şöyle der; "Tüm fotoğraflar birer memento mori'dir. Bir fotoğraf çekmek demek, bir başka kişinin ya da şeyin ölümlülüğüne, incinebilirliğine ve değişebilirliğine katılmak demektir."[5]
George Simmel'a göre, aşktan ve karşılıklı paylaşılan aşktan hareketle kurulan değer ilişkisi, Platon'un gözünde hesaba katılmamaktadır. Platon'a göre aşk sahip olmak ve olmamak arasında aracı bir durumdur. Mantıksal açıdan bakıldığında aşk, sahip olmak eylemi söz konusu olur olmaz yitip gitmeliydi… Modern aşka göre, gerçek aşk karşılıklı paylaşılan aşktır, ondan sonra gelen her şey ikincil ve raslantısaldır, o (Platon) ötekisinde ele geçirilmesi olanaksız bir şeyler olduğunu, bireysel ben'in mutlaklığının bir varlıkla ötekisi arasında bir duvar ördüğünü, bu duvarı eşlerin en tutkulu iradesinin bile yıkamayacağını ve sonuçta, bu duvarın gerçek bir sahip olma düşüncesiyle, karşılıklı sevilme bilinci ve sevme gerçeği olmaktan çok bir yanılsama olduğunu anlamıştır.[6] Bu noktada insanın neden bir şeye ya da birine sahip olma arzusunu taşıdığını sorgularsak, bunun tek cevabı olabilir; ‘ben'i yaratmak ve ben'in mutlaklığını oluşturmak. " "Kendilik", en geniş anlamıyla, insanın benim dediği her şeyi kuşatır."[7] Dolayısıyla insanın sahip olduklarıyla bir ‘mutlak ben' yarattığını ve yarattığı mutlak benlik üzerinden ‘sahip olmaya' devam ettiğini söylemek mümkündür. Yani insanın aşık olarak, birini severek, sevdiği bir müzisyenin fotoğrafını odasına asarak, ya da birinin fotoğrafını cüzdanında gezdirerek kendine ‘benim' dediği nesneler ve özneler yarattığını; böylece bir sürü parçayı birleştirip kendini tamamladığını ve tanımladığını söyleyebiliriz.
Antik Yunan'da "[…] Zeus ceza olarak insanları iki bedene ayırır. İnsanlar böyle ikiye ayrılınca, yarımlar birbirlerini özler ve her fırsatta üst üste atlayıp sımsıkı sarılarak yeniden bütün haline gelmek ister, birbirinden hiç ayrılmak istemedikleri için de hep öyle kalıp açlıktan ve iş yapmamaktan ölmeye başlarlar. Yarısı ölen biri, hemen başka bir yarım aramaya koyulur ve gördüğü yarım ister dişi olsun ister erkek, hemen sarılır… Buradan anlıyoruz ki insanlar çok eski zamanlardan beri kendi benzerlerine düşkündür. Aşk bu düşkünlüğün sebebidir ve aşk nedeniyle insanlar ilk hallerine geri dönme arzusunu hiç kaybetmediler…[…]" [8] Bu mitolojik hikayeye göre aşkın, sahip olmak ve olmamak arasında aracı bir durum olduğunu düşünsek de, insanın kendini tamamlasında çok temel bir yerde durduğunu söyleyebiliriz. Ancak Plato'nun dediği gibi aslında insan hiç bir kimseye ya da hiç bir şeye sahip olamaz ise, sahip olma hali de insan hayatını yaşanabilir kılan bir yanılsama olabilir. Fotoğrafın da bu noktadaki rolü, insanın kendini tamamlayabilmesi için sahip olduklarını ona durmadan hatırlatarak, bunun bir yanılsama olmadığına dair bir kanıt niteliği taşıması olabilir. Oysa bu teoriye göre, fotoğrafın kendisi de bir yanılsamanın yanılsamasıdır.
Fotoğrafın bireysel olarak üretilebilmesi, fotoğrafın tüketimini de kişiye özel sahip olma ve saklama yöntemleriyle beraberinde getirmiştir. Kodak Brownie'nin ardından, fotoğrafçı olmayan bir çok insanın da hayatında neyin ‘kayda değer' olacağına belki de ilk kez karar verebilir hale gelmesiyle, sevdiklerinin fotoğrafını çekmek arzusu, belki de amatör ( ~ Lat amator, seven < Lat amare, sevmek )fotoğrafçılığın başlamasının temel sebebi olabilir; ki amatör kelimesinin kökeninden Latince'de ‘severek yapan' anlamını bulmamız oldukça manidardır. Roland Barthes şöyle der: "Amatör genellikle sanatçının gelişmemiş bir hali olarak tanımlanır, bir mesleğin ustalığını başaramayan, ya da başarmayan biri. Oysa bunun tam tersine, fotografik uygulama alanında profesyonelin varsayımı amatördür, çünkü amatör, fotoğrafın noema'sına (gerçek anlamına) daha yakındır."[9] Barthes'ın bu söylemiyle, Lichtwart'ın "Çağımızda hiçbir sanat eseri yoktur ki, insanın kendisinin, en yakın akraba ve arkadaşlarının, sevgilisinin portre fotoğrafı kadar dikkatle seyredilsin." söylemi arasında bir bağ kurmak mümkündür. Barthes'ın söylemindeki profesyonelin varsayımının amatör olması durumu, belki de amatör ruhun canının çektiğince, mesleki bir kaygı taşımadan, sadece hisleriyle yöneldiğinde, ortaya çıkan naif görüntünün noemasını korumak gibi olana işaret etmektedir. Bu naifliğin fotoğraflarında daima apaçık görünür olduğu Jacques Henri Lartique şöyle demiştir "Ben sevgiyle fotoğraf çekiyorum, bu yüzden de fotoğraflarım sanat nesnelerine dönüşüyor. Ancak fotoğraflarımı öncelikle ve hep kendim için çekiyorum."[10]
Kodak Brownie'den beridir de hayatımıza dair bir çok şeyi temsil eden bir yığın görüntüyle birlikte yaşamamız gerekti. Sahip olduğumuz fotoğraflar, sahip olduğumuz diğer çoğu obje gibi hayatımızı ve hayatımızın akışı da sahip olduğumuz ve olacağımız fotoğrafları etkiledi. Bizi kendisine karşı belli bir şekilde davrandırmadan edemeyen, bir şekilde müdahale ettiren fotoğrafların yolu muhtemelen aşktan ya da en azından aşktan doğan başka bir duygudan geçer, çünkü o fotoğraflar çok büyük ihtimalle kim olduğumuzu tanımlar.
Yaşam alanlarımızda fotoğraf tutmanın en yaygın yöntemlerinden biri şüphesiz ki fotoğrafı çerçeveleyip, görünür bir yere koymaktır. Çerçeve tarihçisi Diana Day çerçeve kullanımının batı resim tarihinden de çok öncesine dayandığını söyler. Eski Mısır ve Eski Yunan'da bir çok çömlek ve duvar resminde sahneleri bölmek ve bölümleri süslemek amacıyla çerçeve kullanımının yaygın olduğunu belirtir. Tıpkı onların bir çömlek üzerinde yaptığı gibi, biz de hayatımızı sahnelere bölerek ve bu bölümleri çerçevelerle süsleyerek evimize bir köşeye yerleştiriyoruz ve evimize gelenler o fotoğrafların potansiyel izleyicileri oluveriyor. Aslında kendimizin ya da sevdiklerimizin hayatlarından bazı sahneleri seçerek, bir anlamda kişisel sergimizin küratörüne dönüşüveriyoruz. Bu noktada John Berger'in şu söylemi önemlidir. "Büyüklerle çocuklar yatak ya da oturma odalarındaki duvarlara bazen karton üstünde bir şeyler asarlar. Mektuplar, fotoğraflar, resimlerin yeniden canlandırmaları, gazete parçaları, özgün çizimler, posta kartları. Bu duvardaki imgeler hep aynı dili konuşurlar, bu dilin içinde az çok eşit bir yer tutarlar, çünkü orada oturan kişinin yaşantılarına uymak, bunları anlatmak için çok kişisel bir biçimde seçilmişlerdir. Mantıksal olarak müzelerin yerinde bu resimli duvarların bulunması gerekirdi"[11]
Bir fotoğrafı çerçevelemek aynı zamanda fotoğraf kağıdını korumaya yönelik de bir işlev görür ve bu koruma fotoğrafın temsil ettiği kişi ya da hatırayı koruyamaya yönelik bir metafor olarak da okunabilir ancak ilginç olan onu korumak ve daha uzun zaman görünür kılmak adına çerçeveleyerek, bir yandan onu kafeslememiz ve adeta nefes almasına izin vermememizdir. Hayatımıza şöyle bir uğrayıp giden dijital fotoğraf çerçeveleri de bu anlamda ilginç bir görev üstlenmişlerdir. Tek bir pencereden her fotoğrafın yerini birbiri ardına bıraktığı bu elektronik cihaz, içinde barındırdığı seçkiyle birinin kişisel ifade biçimine dönüşür ve buradaki fotoğraf akışı uzun ya da kısa vadede başka bir anlam yaratır.
Fotoğrafları yaşam alanlarımızda nereye yerleştirdiğimiz, fotoğrafın temsil ettiği şeyle de ilgilidir. Bir çoğumuzun evinde fotoğrafları yerleştirmek üzere seçtiğimiz yerler vardır. Örneğin, buzdolabının üzerine iliştiririz, yatak odamızın ya da oturma odasının baş köşesine ya da sadece fotoğrafların ikamet etmesi için ayrılmış bir fotoğraf köşesine yerleştiririz, ya da kendimizi görmek için baktığımız aynanın köşesine sıkıştırırız. Fotoğrafı nereye yerleştirdiğimiz fotoğrafın mahremiyeti ve olası görünülürlüğüyle de ilgilidir. Örneğin ani bir kararla buzdolabının üzerine mıknatıslayıverdiğimiz fotoğraf ya da cüzdanımızda taşıdığımız vesikalık muhtemelen daha sık karşıkarşıya gelmeyi seçtiğimiz fotoğraflarken, o fotoğraflara çerçevelere koyduğumuz fotoğraflar kadar özenli davranmıyor olmamız ilginçtir. Bunun sebebi buzdolabına iliştiriverdiğimiz ya da cüzdanımızda taşıdığımız buruşuk fotoğrafın ‘geçici' bir süre için orada durduğunun saklı varsayımıdır, ancak sanki sonsuza kadar orada duracağını düşündüğümüz ya da sandığımız fotoğraflar şık bir çerçeve içinde salonun baş köşesinde kendine bir yer edinebilir. Barthes bir fotoğrafı severse ya da bir fotoğraf onu rahatsız ederse, o fotoğrafın temsil ettiği şeyle ilgili daha çok şey öğrenmek adına dönüp dolaşıp o fotoğrafa baktığından bahseder. Buna göre yaşam alanlarımıza dahil ettiğimiz fotoğraflar da, hakkında daha çok bilmek istediklerimiz olabilir. Fotoğraflar birer nesne olarak bizim duygularımızı kimi zaman gizlice ifade etmemize de sebep olurlar. Kendimizi, kendi hayatımıza tanık ederken, bizi onlarla ne yapacağımız sorusuyla da başbaşa bırakırlar. Metin Erksan'ın ‘Sevmek Zamanı' filminde de ana karakter bir fotoğrafa aşık olurken, o fotoğrafın temsil ettiği kadına olan aşkını reddeder ve "Ben sadece ve sadece senin fotoğrafına aşığım."der. Karakterin aşkı (bir fotoğraf üzerinden) adeta dünyayı algılama biçimine dönüşür. Bu durum bir temsilin (bir fotoğrafın), temsil etiği şeyden çok daha güçlü bir anlama erişebildiğini de gösterir niteliktedir.
"Sevmek Zamanı" film kareleri, Yönetmen: Metin Erksan, 1965
Diğer yandan günlük hayatımızda, bir fotoğrafa nasıl davrandığımız, aslında o fotoğrafın temsil ettiği şeye nasıl davrandığımızla çarpıcı bir benzerlik gösterir. Dijital ya da basılı, ayrım olmaksızın, bize ait bazı fotoğraflar, onlara nasıl müdahale etttiğimize bağlı olarak günlük hayatımızda hatrı sayılır bir yer kaplar. Kendi hayatına dair tek bir fotoğrafı bile günlük hayatına dahil etmeyen kişi bile, sahip olduğu fotoğraflara ‘davranmayarak' onlarla bir ilişki kurmaya devam etmektedir. Aslında fotoğrafı yok saymanın, reddetmenin, yok etmenin hatta zarar vermenin de, fotoğraf karşısında insanın geliştirdiği çok yaygın davranış biçimlerinden olduğunu söylemek mümkündür. Anı fotoğraflarının maruz kaldığı bu aşırı yüceltme ya da aşırı küçümsenme hali, fotoğrafın insanı belli bir biçimde davranmaya yöneltmesindeki gücünün kanıtı niteliğini taşır.
Bir fotoğrafa her nasıl, her nerede ve her neden davranıyorsak, özünde fotoğraflara sahip olmamızın ve onları bir şekilde muhafaza etmemizin asıl sebebi, o fotoğrafların yok olmasıyla bizim hayatlarımızdan aslında neyin yitip gideceğiyle ilgilidir. Barthes da bu soruyu sorar ve şöyle yanıtlar; "Yalnızca yaşam değil, aynı zamanda bazen – nasıl desem- aşktır. Annemle babamı, birbirlerine aşık olduklarını bildiğim bu çifti gösteren tek fotoğrafın karşısında şunu farkediyorum: sonsuza kadar yitip gidecek şey aşk hazinesidir; ben göçüp gittikten sonra hiç kimse buna tanıklık edemeyecek; ilgisiz bir Doğa'dan başka bir şey kalmayacak ortada. Bu öylesine şiddetli, öylesine acımasız bir parçalanmadır ki…[…] "[12]
Cemre Yeşil'in "Biz öyle bir şey yaşamadık" serisinden, 2012.
[1] Platon, Şölen (Symposium). Çeviren Birdal Akar. Şule Yayınları, 2009.
[2] Simmel, George. Aşk Üzerine Parçalar. Çeviren Bahadir Gülmez, Cogito, Aşk . 4. Sayı, 2. edisyon. editör Aslıhan Dinç. Yapı Kredi Yayınları. Istanbul, 1995, p:180- 187
[3] Sontag, Susan. On Photography. New York Picador, 1st edition, 2001. s:4
[5] ibid. s: 15 *memento mori: "Ölümlülüğünü hatırla!"
[6] Simmel, George. Aşk Üzerine Parçalar. Çeviren Bahadir Gülmez, Cogito, Aşk . 4. Sayı, 2. edisyon. editör Aslıhan Dinç. Yapı Kredi Yayınları. Istanbul, 1995, p:180- 187
[7] James William, Principes de psychologie, vol. 1, Courier Dover Publications, 1950. :228
[8] Platon, Şölen (Symposium). Çeviren Birdal Akar. Şule Yayınları, 2009.
[9] Barthes, Roland. Camera Lucida, Reflections on Photography. translated by Richard Howard. Hill and Wang, New York, 1981
[11] Berger, John. Ways of Seeing. London: British Broadcasting Corporation and Penguin Books. 1972