Bu deneme serisinin üçüncü yazısı üzerinde çalışırken, Rus Büyükelçi Andrey Karlov, Ankara Çevik Kuvvet Müdürlüğü'nde görevli polis memuru Mevlüt Mert Altıntaş tarafından bir sergi açılışı sırasında öldürüldü. Meşhum olayın insani ve siyasi sonuçlarını, bedellerini bir kenara koyarak bu yazı bağlamında sosyal medyada tekrarını göre göre zihnimize kazınmış olan, Burhan Özbilici'nin fotoğrafı üzerine düşünmek istiyorum.
Altıntaş'ın ateş ettikten sonra çekilmiş fotoğrafının ne kadar net, ne kadar çarpıcı olduğu tartışıldı. Özbilici'nin görev bilinci ve metanetle bu tarihi anları belgelemiş olması gerçekten önemli. Benim ilgimi çeken şey ise, bu fotoğrafın (fotoğraf üzerine yoğunlaşıyorum çünkü videonun içerdiği şiddeti yaymayı, kanıksamayı reddediyorum) kahramanı olan Altıntaş'ın, bedeninin, duruşunun, kıyafetlerinin prodüksiyon değeri. İddia ettiğim Altıntaş'ın bu anı ayna karşısında prova etmiş olduğundan çok içselleştirdiğimiz kahraman ve anti-kahramanlar, izleyici karşısında poz alma hali.
Susan Sontag, Başkalarının Acısına Bakmak'ta, 11 Eylül sonrasında görgü tanıklarının çoğunun ‘film gibiydi,' demesine dikkat çeker. Sembollere karşı açılmış olduğunu şimdi bildiğimiz ama 2001'de daha bu kadar açık gözükmeyen durumu en iyi anlatan teşhislerden biridir bu. Filmlerin temsiliyet üzerinden gerçekliğe dair bir şeyleri deşifre ettiğini farz edersek, terör örgütlerinin aynı stratejiyi kullanarak gerçeklik algısının altını oyması, yeni ve kaygan bir zemine oturtmaya çalışırken benzer stratejileri kullanması oldukça mantıklı. New York'un silüetinin en bilinir unsurlarından birine, Amerikan toplumunun ana direği olan serbest piyasa ekonomisinin merkezine uçakla girmek ve yıkılmalarını sağlamak; hedeflenenin insan hayatı kaybından çok dehşeti, tehlikeyi yeniden tanımlamak olduğunu gösteriyordu. Geçen 15 sene içinde değişen şey, büyük ölçekli ‘gösteriş'li mizansenlerin yerini (anti)kahraman portrelerine bırakması.
Altıntaş'ın ikonik fotoğrafını performans fotoğrafı zannedenler oldu. Fotoğrafların haberlerden daha hızlı yayılmasından mıdır yoksa sanat galerilerinin çizmeyi aşan şeylere sahne olmasını kanıksadığımızdan mıdır bilinmez, bu yağız delikanlının bir suikastçi olabileceği, öldürdükten sonra mesajını vermek için suç mahalinde kalmaya devam edeceği akıllara ilk gelen şey değildi. Altıntaş'ın ‘poz'undaki kilit nokta, işlediği cinayet, başka türlü duyuramayacağını düşündüğü mesajı için bir girizgahtı. Ölen adam bir sembol, aşılan şiddet eşiği bir köstek, merkezde olansa veremediği, verilemeyen bir mesajın büyük bir izleyici kitlesine, o an ulaşacak olmasıydı.
Putin'in Karlov'un açık tabutuna baktığı ‘son bakış' olarak tanımlanabilecek fotoğraftaki, acı, şefkat ve umutsuzluğun karıştığı yüz ifadesi ise bu verilemeyen mesajlar meselesinin başka bir örneği. ‘Servis' edilen bu fotoğraftaki aciz, acılı lider, insani boyutunu tekrar kazanmış, yas tutan bir figür. Yas tutmanın, tutabilmenin bir lüks olduğu bugünlerde, Putin'in bu imgesi bir yas ikonu haline geliyor.
17 Ağustos 2015 tarihli, ne yazık ki zihinlerimize kazınmış başka bir ‘şehit' imgesi de cumhurbaşkanının sağ elini Türk bayrağına sarılı şehidin tabutuna koyup sol elinde mikrofonla yaptığı fotoğraf. 2017 Ocak'ında şehadetle siyasetin arasında gittikçe müphemleşen ilişkinin nüvelerinin atıldığı bu fotoğrafta, siyasi gücün nerede geldiği birebir fizikselleştirilmişti. Güç, tabuttan geliyordu. Tabuttaki ölü beden, ceset, kaybedilen bir insan hayatının ötesine geçerek bir araç haline geliyordu. Antigone, kardeşi Polyneikes'in cesedini gömmesine izin vermeyen dayısı Kreon'a karşı gelirken, her ölünün gömülmeyi ve ölüm sonrası hayata doğru şekilde gönderilmesi gerektiğini savunuyordu. Kreon'un ölümden sonra bile ceset üzerinden ürettiği tahakküm alanı, doğal hukukla pozitif hukukun çatışma alanı gibi gözükse de aslında ceset siyasetine* örnek olarak verilebilir. Cesetler ne zaman kendi hallerine bırakılabilir? Pozitif dünyada artık anlayabileceğimiz bir dilde konuşamayan ölü bedenlerin üzerinde kim hak iddia edebilir?
Elias Canetti, Kalabalıklar ve Güç'te, ‘…zorla alma ve bünyesinde toplamak… Bundan daha ilkel bir özelliğimiz yoktur,' der. Günümüzün global fenomeni olan (paranoyak) otoritelerin, başkalarının acısını, matemini kullanarak türettiği güç, ilkel olduğu kadar da kayıbın getirdiği boşluğu doldurma potansiyeline sahip olduğu için bir o kadar da tehlikeli. İnceliklerin, nüansların kaybolduğu sembol savaşlarında, bedenler siyasal arenaya öldükten sonra dahil ediliyor.
Çorak Ülke'nin ilk bölümü olan Ölü Gömme Töreni şöyle biter:
Geçen sene bahçene diktiğin ceset,
Filizlenmeye başladı mı? Çiçek açacak mı bu sene?
Yoksa bozdu mu yatağını ani don?
Oradan uzak tut köpekleri, dostturlar insanlara,
Yoksa tırnaklarıyla eşip tekrar çıkarırlar onu!
You! Hypocrite lecteur! –mon semblable,- mon frêre!
Son dizelerle okuyucuyu sarsan, şiirin içine çeken Eliot'un yaptığı aslında bu fotoğraflara bakan, şiddetin safhalarını izleyen bizim de yapmamız gereken şey: sarsılarak pasif durduğumuz anların failliğini kabul etmek.
*Bu fikir ve terimler, Bikem Ekberzade ve Özge Ersoy'un 14 Kasım 2015 tarihinde gerçekleştirdikleri, Pro-pa-gan-da adlı, Amber'15 kapsamındaki sohbetinden güçlü bir ilham almıştır. Sohbetin ses kayıdına buradan ulaşabilirsiniz: http://15.amberplatform.org/language/tr/te-le-je-nik/