"Mülksüzler", kendisi de Karadenizli olan Cansu Yıldıran'ın, Karadeniz Yaylaları'nda kadınların mülk sahibi olamadığı gerçeğiyle yüzleşmesi sonucu; kendinden yola çıkarak bütün kadınları hiçleştiren sistemi, kadının bu sistem içindeki varlığını, yerelliğini ve aidiyetini sorgulayan projesi.
Yıldıran, hikayesine 2016 yazında başlamasına rağmen "Çocukluğumdan beri şaşar kalırım." dediği bir anlatı kurguluyor ve sözlerine şu şekilde devam ediyor: "Ben buralı mıyım? Burada neden evim yok? Mülk ve toprakla kurulan aidiyet ilişkisi evin anlamını büyütür. Ev artık sadece içinde yaşadığımız bir alan olmaktan çıkar ve Giles'ın dediği gibi; ev, içine gömülü olduğu ilişkisel ve duygusal alanı kapsar hale gelir."
Sanatçı, Ursula Le Guin'in 1983 tarihli konuşmasını hatırlarken; kendisiyle birlikte tüm kadınları merkezine alan bu zamansız hikâyede tüyler ürpertici bir aidiyetsizliği bilinçaltından kurtarıp yüzeye çıkarıyor: " (…) O halde sizin için ümidim, psikopat sosyal sistemin tutsaklığına razı gelmiş, kadın olmaktan utanan mahkûmlar olarak değil; yerli olarak orada yaşamanız. Kendinizi evinizde hissederek, kendinize ait bir oda ile, kendi kendinizin ev sahibesi olarak…"
Ev yalnızca yer değil, bir aidiyettir. Aidiyetlikse aynı şekilde, sahip olmakla bir değildir. Cansu Yıldıran da Mülksüzler serisinde, ilk anda gördüğümüz ve sorgulamadan doğru addettiğimiz anlamların ardına bakıyor. Projenin, sanki bir fener aracılığıyla gecenin içine dalıp görünmeyeni aydınlatmaya çabalayan biçimlenişi de bu hissi pekiştiriyor. Ve kuşkusuz, fenere evlerin gayri resmi sahipleri de yakalanıyor.
Ne gösteren ne de gizleyen bu çalışma, ikisinin tam ortasında, tanımsız bir kuvvete sahip.