d'Agata ile Ne Yaptın?

#21
Desislava Şenay Martinova

Çağrıldığım atölye, kendisinden başka derdi olmayan, bunları kabul edip etrafında olup bitene bu gözle bakan, nerede olursa olsun aynı hayatı yaşamayı becerebilmiş Antoine d'Agata önderliğindeki Studio Vortex idi. Arles'a tek yönlük bir bilet alıp gittim. Yarın nerede olacağımı ya da başıma ne geleceğini kestiremediğim, olan hiçbir şeye müdahale edemediğim, her şeyin başıma yıkıldığı vakitlerden biriydi. Bir araya geldiğimiz insanlar da benden çok farklı değillerdi. Başta Antoine d'Agata olmak üzere. Ne de olsa dünyanın dört bir yanından, kendi hikayelerini başlarına ne gelirse gelsin bir şekilde anlatmayı seçen, bu yolla var olan kimselerdik. Her kuş ancak kendi cinsiyle uçabilirdi.

Kendime en baştan bir hayat kurmanın yolunu az biraz biliyordum. Arles'a varmadan evvel iki yılımı geçirdiğim Balat'ta, geceleri kaldığım evlerin en güvenli yerlerini kolluyor, üst katlarda isem oraya varana kadar olan tüm kapılara, ardımdan gelebilecek şeylere karşı beni uyaracak tuzaklar kuruyor, çoğu kez tedirginlikten uyuyamıyordum. Hikayeler ve gerçekler korkuların maşası ile birbirlerine daha da beter karışıyor, alevleniyorlardı. Eğitmenlik yaptığım okulda ilerleyen vakitlerde; kendi bildiğim, öğrendiğim, hayatım boyu peşinden koştuğum biçimde dersler yapmayı başarabilir gibi olduğumuzda ya da öyle sandığımızda, sokakta da böyle yaşayabilmeye başlamıştım. Korkular misafirliklere dönüşmüş, iyi bir şeyler inşa olmaya başlamıştı yıkıntıların ve sahte korkulukların arasından, tıpkı çocukluğumdan beri yinelenen, bataklıkların içinden yeşeren güller dolu kaotik rüyalarım gibi. Gecenin en sessiz vaktinde sokaklarda şişeler kırıp birilerinin üstüne yürüyenlere, sahil kenarlarındaki yüksek sesli meyhanelerden evlerine dönerken kuytularda oturup gün sonu raporu gibi temiz bir uyku için bir şeyler içerken hep daha iyi çalan müzisyenlere, dünyanın en güzel manzarasıyla ama fakat bir çöp konteynerinin kenarında, umumi tuvaletlerin gölgesinde uyuyup uyananlara, o çok meşhur pencerelerde elinde sigarası ile sinematografik kadınlara, elinden kan akarken gülen, buz gibi havada koşan, sokakta ne bulabilirse yiyen, ne bulursa giyen ama hala gökyüzüne bakarak yürüyebilen kimselere ne olduğuydu bana olanlar da.

Dertlerimiz birdi, paylaştıklarımız da. Başta, yılanların arasından koşarken kolunu bacağını kaptırıp her an ölebilecek bir kertenkele gibiyken, her nasıl olduysa, artık her adımımda boyumun uzadığını, rüzgarın kanatlarım altında olduğunu hissediyordum. Betonun ardını görüyor, yokuş yukarı koşabiliyor, merdivenleri uğruna o tuzaklar kurduğum adamlarla el ele tırmanıyorduk. Sıfatlar ağır geliyordu hatta, boyalı suretler, hareketleri kısıtlayan, belli pozlar için biçilmiş ceketler gibi can sıkıyordu. Yahu, gözle görünür biçimde dünyanın en mutsuz kimselerinden bahsediyorum, o nefes almaya bile çok bahane edilen depresif diplerden değil, hiçliğin içinde birbirine örülmüş yollardan, çıkmaz sokaklardan… "Bu mu dert?! / Ulan bizdeki de dert miymiş! / İşkence bu!" denecek biçimden hikayelerden. Ve hayatta kalmak, benim en vazgeçtiğim dönemlerde üstelik, onlarınsa rutini, "Günü yaşayın!" öğütleri verenlerin akşam karanlık olunca evlerine asansörlerle çıktıkları günlerde, fakat hayattaydık işte, hayatta kalmak için ölürcesine yaşıyorduk. Ve tüm bunları anlatmanın bildiğim en iyi yolu görüntü benim için. Görmek, yaşamak, göstermek. Tıpkı Sisyphos gibi, her gün yenide, en baştan başlamak…

Fotoğraf makinesi ile bir yere gidip, hiç tanınmadığınız bir yere girip, kim olduğunuzu bilmeyen birileri ile dolu bir yerlerde fotoğraflar çekmek ürkütücü gelebilir. Oysa burada ya da orada olduğunuz gibi kabul görebileceğiniz yerler bulmak mesele. Çünkü Arles'da bulunma sebebimiz turistik bir dosya hazırlamak değil aslında kendimizi nasıl anlatacağımızdı… Kendimi neden anlatıyordum, çünkü unutmak istemiyordum. Tam da bu yüzden nasıl hatırlamak istiyorsam, öyle kaydetmem gerekiyordu. d'Agat​a'nın ilk günlerde söylediği sözleri anımsıyorum; "Burası küçük bir yer, Feria dışında pek bir olay bulamazsınız, o da iki gün ve başınıza dert açmayın, nihayetinde buralı değilsiniz ve yüzünüzü dağıtmaları için nereli olduğunuzun pek bir önemi yok, hem zaten bulacağınız, anlatacaklarınız kendiniz olmalı." Herkesin yüzünde garip ifadeler oluşmuştu o an. Bambaşka belaların içinden gelen ifadeler. Her gün deniz kıyısına gidip aynı ufka bakmak, aynı suya girmek ya da aynı sokaklarda benzer gecelerce dolaşmak birilerine sıkıcı gelebilir ama derdimiz kendimizse, bir şeyi tekrar tekrar yılmadan yaptığımızda ya da ne aradığımızı bildiğimizde olur olanlar. Tıpkı Sisyphos gibi…

Bir kere, Antoine bildiğimiz çoğu eğitmenler, hayal ettiğimiz hocalar, ah o meşhur jüriler gibi bir kimse değil, fotoğraflara bakarken aklından neler geçiyor o vahşi gözlerinden anlıyorsunuz, sorduğu sorular, sizi yönlendirmek istediği yer sizle ilgili ve bunun kestirme yolu, ipucu ya da örneği yok. Bunu kendiniz bulmak zorundasınız. Bu kısımlarla ilgili dertleri henüz çözemediyseniz o vakit durum sakat. Nihayetinde tüm bunlar birilerinin karşısına çıkacak fotoğraflar, ve boş bir sayfa daha önce çoktan bir sanat eseri olarak duvarlarda yerini aldı. Yeni sayfayı kendiniz doldurmak zorundasınız, öyle veya böyle. Korkularınızla, sevinçlerinizle, bağımlılıklarınızla, tutkularınızla.

Nasıl Balat'ta bir hayat kurdumsa, Arles'da da benzer şeyler oldu. Neyin fotoğrafını çekeceğim diye karnıma ağrılar girmedi. Dertler başkaydı. Civar kasabalardan baharı kutlamak için iki günlüğüne gelen çiftçiler ve bir avuç turistin sokaklarda çılgınlarca sabahladığı, Arles'ın meşhur arenasında ve sokaklarında hayvanların kanları akarken insanların içlerinden de kendilerinden bile gizledikleri taşıyordu. Çölde vaha bulmuşçasına, gökten fotoğraf yağan o haftasonunda bile aklındaki rotadan şaşmayıp kendinin peşinde olan bir topluluktan bahsediyorum. Kimimiz şehrin yaşlı duvarlarında buldu kendini böylece, kimimiz suyu takip etti, kimimiz daha evvel girmeye cesaret edemediği boş binalarda sabahladı, kimimiz evi gibi hissettiği bir çingene çadırında…

Yüzyıllardır yerinde durabilen binaların arasında gezerken, peygamberlerimiz olan sanatçıların hezeyanlarıyla, gecelerce günlerce koştuğu, ağladığı, gizlendiği, yok olduğu ve tam da böyle var olduğu bu yerde kendimize ayna olacak şeylerin peşindeydik.