Şener: İnternet sitende de seninle ilgili bilgi olmadığı için kısacık kendini anlatabilir misin?
Müge Yılmaz: İstanbul'da doğdum. Ailem yurtdışına taşınınca liseye orada devam ettim. Sosyal bilimler lisesinde okudum. Daha sonra orada kalmayı seçtim, üniversiteye kabul edildim. Sonra İtalya Urbino'da fotoğrafçılık ve editöryal tasarım üzerine master okudum.
Teknik ve Sistematik Bakışa Dair…
Şener: Tipolojiyle ilgilisin gibi daha ziyade. Evler, Ağaçlar, Menüler…
Müge: Evet, sistematik çalışıyorum özümde dağınık olduğum için, işlerimde daha sistematik olmaya çalışıyorum Bir koleksyion gibi bakıyorum fotoğraflara. Sıralı, düzgün durması çok hoşuma gidiyor. O yüzden "imge koleksiyonculuğu" diyebiliriz aslında. Bir şeyi seçip, onun arşivini yapmaya çalışıyorum. Bunlara izotopi diyorum. Bir hikayenin içinde tekrar eden olgular ya da metaforlar diyebiliriz. Her hikayenin, yani her serinin ana kemiğinin dışına çıkan "detay" fotoğraflar da, ama bunları bir sergi ya da kitap içinde sunmak daha anlamlı.
Yine de fotoğrafını çektiğim her konuyu duygusal bir şekilde ama aynı zamanda rasyonel bir berraklıkla temsil etmeye çalışıyorum.
Şener: Hepsine eşit mesafede durmuş oluyorsun zaten…
Müge: Aldığım eğitimden de kaynaklı olarak bilimsel bir belgesellik açısından yaklaşıyorum. Her zaman aynı açıdan ki, aralarındaki fark görünsün. Kriminal fotoğraflarında bir objenin ne kadar büyük olduğunu yanına kalem koyarak anlarlar, bu tip şeyler çok hoşuma gidiyor.
Çağrı: Eğitiminde teknik baskın mıydı?
Müge: Okulun verdiği eğitim çok teknikti. "Bakınız fotoğraf makinesi budur, böyle çeker, gidin fotoğraf çekin." şeklinde çok yüzeysel bir eğitim neredeyse. Ama inanılmaz iyi hocalarımız vardı ve onlarla kişisel diyalog sayesinde ve okul dışında çalışarak çok şey öğrendim. Bence tekniğin ötesinde önemli olan kendi teorilerini geliştirebilmek. Ne demek istediğine karar vermek, neden fotoğraf çektiğini bilmek, kişisel saplantılarının farkına varmak… Orson Welles der hani, "Ne söylemek istediğini bildikten sonra tekniği dört günde öğrenirsin, kimin umrunda!". Tabii ki Ansel Adams okunmalı ama teknik çok fazla içine girince seni sınırlayan bir olgu aslında.
Çağrı: Bir yandan da bağlıyor. Daha çok öğrendikçe daha fazla bağlanmaya başlıyorsun.
Müge: Evet, sınırların içine girdikçe çıkamıyorsun. Dışına çıkabilecek kadar öğrendikten sonra yeterli oluyor. Bir de kendi işini halledebilecek kadar bağımsız olursan… Yani elindeki makineyi nasıl kullanacağını, ondan ne tür fotoğraflar çıkabilieceğini biliyorsan, onunla beraber hareket etmeyi öğrenmişsen teknik açıdan yeterlidir. Makinenle aranda bir diyalog kurman lazım. Matematiğe yönelik bir ilgim yok mesela, sayılarla çok aram yok. O yüzden belki tekniğe karşı kafamda "Kimin umurunda!" şeklinde bir tepki var.
Çağrı: Ama bir yandan da ürettiğin fotoğraflarda matematiksel bir şey var. Düzen kelimesi bana sanattan ziyade matematiği, bilimi çağrıştıran bir şey.
Müge: Bu ters tepkiden, aşırı duygusallıktan ortaya çıkan bir şey. Düzenli olduklarında sakinleşebiliyorum, yoksa sonu gelmiyor hiçbir hikayenin. Bunun kulağa soğuk ve uzak geldiğinin farkındayım, belki göze de öyle geliyordur ama arkasında başka şeyler var.
Aslında özüne bakarsan bütün evler mükemmel değiller. Hepsi tam ortada değil aslında. En güzelleri simetrik olmayanları. Bazılarını mesela ucu ucuna bir milimetre kenara gelecek kadar çerçeveliyorum. Fotoğraf bir metin gibi. Her kelime her milimetre kadar önemli. Bazıları ev gidiyormuş gibi bir tarafa kayıyor. Tam olarak mükemmel değiller aslında.
Çağrı: Bazen, bir şekilde, tam olmasa da bırakmak zorunda kalıyorsun.
Müge: Aslında tam olarak öyle bırakmışlıktan değil de, mükemmel olmasın istiyorum. Mükemmel olursa ritmini kaybeder, düşer gibi.
"Evler" Çalışmasına Dair…
Şener: Peki nasıl başlamıştın "Evler" projesine? Kütahya olmasının özel bir sebebi var mı?
Müge: Aslında evler Kütahya'ya özgü değiller. Kars'ta da, İstanbul'da da, şehirdışı periferik herhangi bir yerde çekilebilirdi. O zaten garip olanı. Hiçbir mimari özelliği olmayan yapılar. Şehri, kültürü yansıtmayan anonim evler. Yüzlerine de baksanız da hiç bir özellikleri yok. Ama metafor olarak, özellikle Türkiye'de derin olduklarını düşünüyorum.
Asıl hikaye şöyle başladı: 2009'da Guido Guidi ile bir proje yapmıştık. İtalya'da bir dergi her sayısında bir görsel sanatlar okulunun öğrenci işlerini paylaşıyordu. İllustrasyon, tipografi, fotoğraf olarak. Derginin bize gelen sayısının teması "dinleme kültürü" idi. Bunun üzerine hem bilimsel hem sanatsal yazılar vardı. Elimizde bu köşe yazıları yoktu. Sadece bu ana konudan yola çıktık. Guido Guidi'nin evine gidip konuşuyorduk sık sık. O bize fotoğraflar gösteriyordu. Mesela bu bir Walker Evans fotoğrafı, köylüler şarkı söylüyorlar.
Neyin fotoğrafını çekelim diye düşünüyorduk. O, çok mimari fotoğraf çeker ve şöyle bir örnek vermişti: Şehrin dışına giderseniz küçük köylerdeki evlere uzaktan bakarsanız sanki etrafını dinleyen varlıklar gibi görünürler. İki pencere, bir kapı; uzaktan bakarsan gözleri, ağzı gibi… Seri biçimde ev fotoğrafları çekelim dedik. Ama teknik açıdan ve zaman açısından yapamadık. Kiliselerde günah çıkarma yerlerinin fotoğraflarını çektik. Ama ev fotoğrafları çekmek hep aklımdaydı.
Kütahya'ya kaplıcalar için gitmiştim… Şans eseri oraya gittik ve ben kaplıcalardan bunaldığım için yürüyordum sokaklarda. Baktım bu evler bomboş, sağır evler gibi. O zaman fotoğraflarını çektim, ödünç bir Linhof'la. Çok ilgimi çekti bu ve proje böyle başladı. Daha yeni tekrar döndüm oraya, iki gün önce de oradaydım Bu sefer kar vardı ve ışık tam istediğim gibiydi. Proje, asıl şimdi yerine oturdu. İki yıl içinde farklı zamanlarda farklı güneş açılarıyla çekmiş oldum. Bu sefer her şeyden once bulutlar yoktu, gitsin bulutlar… Düz dursun gökyüzü, boş olsun, gri gökyüzü vardı.
Çağrı: Bitiminde sunumu ile ilgili bir planın var mı? Bir galeri ya da başka bir yerde?
Müge: Venedik'te bir galeride gösterilecekler. Orada yaptığım ses kayıtlarıyla beraber muhtemelen, şu günlerde planlanıyor. (Röportajın yayına hazırlanma sürecinde bahsi geçen sergi tarihi Müge Rotterdam'da çalışacağı için 2013'e ertelendi)
Çağrı: Türkiye'de peki?
Müge: Bilmiyorum hiç. Şimdi şimdi Türkiye'de fotoğrafçılıkla ilgilenen kişilerle tanışıyorum.
Kitaba Dair…
Çağrı: Kitap ne üzerineydi?
Müge: O kitap Melissa Destino'nun küratörlüğünü yaptığı bir sergi için yapıldı. Konu "the precarious" idi. Türkçe'ye çevirisi çok çeşitli: "güvenilmez, asılsız, kararsız, istikrarsız".
Şu an Avrupa'da önemli bir kavram, çünkü "precaryat" diye bir genç kuşak oluşmaya başladı. İtalya'da Berlusconi döneminde işlilik oranlarını görüntüde artırmak için iş kontratlarına el attılar. İş kontratlarını üç ay, altı ay, proje üzerine kontrat gibi küçük parçalara böldüler. Mezun olduktan sonra ya "freelance" çalışıyorsun, ki "freelance"in kendisi "precaryat" ya da bir yerde "bağımlı" olarak çalışırsın. Hem bizim bulunduğumuz yaratıcı alanla ilgili bir terim, hem de bütün kuşağın önünü görememesini temsil ediyor. İtalya'da hala ailesiyle yaşayan, kendi ailesini kuramayan, ekonomik bağımsızlığı olmayan bir gençlik var. Bağımlı olarak mesela çoğu yerde altı ay çalışıyorsun, sonra kontratını yenileyecekler mi bilmiyorsun. Tabii ki bu bir çeşit politika, gençleri savunmasız ve sömürülebilir hale getirmek için düşünülmüş. Hayatını programlayamıyorsun, önünü göremiyorsun. Bütün bunlar yeni bir fenomen: Precarious. Bunu inceleyen işler yapmamızı istedi. Ben de sergi dahilinde o kitabı yaptım. Kitapla beraber küçük bir yerleştirme de yaptım. Serginin adı "Run Run Run Run" idi. Londra'da ve Milano'da gösterildi.
Bilmiyorum internetten ne kadar belli oluyor ama iki taraflı o kitap. Etimolojik olarak precarious "dua edilerek elde edinilen" anlamına geliyor yani belirli olmayan şeylere bağlı olmak. En iyi çevirisi bence "başkasının keyfine tabi". Yani özgür değilsin.
Tabi yurtdışında yaşaıdğın zaman hep öylesin. Durmadan bürokrasiyle uğraşmak ve birilerinden izin almak zorunda kalıyorsun. Oturma izni, okuma izni, çalışma izni… Karanlık tarafı kitabın bununla ilgili. Kontrat gibi bürokratik belgelerin fotokopilerinden oluşuyor. Aydınlık tarafı ise benim bu yıllar içinde çektiğim fotoğraflardan bir seri. Fotoğraflarda hep bir şeylerin buluşması, bütünleşmesi var, bir kollektivite fikri var. Çünkü bu "istikrarsızlık fenomeni"ne karşı yapabileceğimiz tek şey alternatif bir ekonomi oluşturmak, bir araya gelmek, birbirimizi desteklemek. Aynı zamanda sanatsal çalışmaları yapmaya devam edebilmek için.
Çağrı: Kollektif olgusu ciddi anlamda gelişmiş durumda o halde?
Müge: Şimdi şimdi gelişmeye başlyor. Serginin amacı buydu zaten. Hepimizin muzdarip olduğu bu konu hakkında bir araya gelinsin,akıl yürütülsün, ortaya bir şey çıksın.