Karga yumurtalarının mavi ve benekli olduğunu bilmiyordu. Günlerdir, destursuzca budanmış aylandız ağacına tırmanan sarmaşığın gizlediği karga yuvasını gözlemlemeye çalışıyordu. Bir dal hızlıca uzamış, yaprakların arasında bir boşluk açılmış, yuva belirivermişti.
Birden soğanlı ekmek kokusu geldi burnuna. Soğanlı ekmeği nereden biliyordu? Bu kokuyu nasıl tanıyıvermişti? New York'ta, Yahudilerin işlettiği o en eski ekmek fırınına bisikletiyle gittiği sabahı; çeşit çeşit hamur işleri arasından soğanlı ekmek (bialy), haşhaşlı kek ve bagel alışını hatırladı. O günü nasıl da unutmuş, hafızasının derinliklerine gömmüştü. Koku birden bu anıyı nasıl çağırmıştı? Acaba bu ekmekten kendisi de yapabilir miydi? Bunun için maya gerekliydi. Fakat sokağa çıkma yasağı vardı ve her yer kapalıydı.
Yüzyıllar önce yaşanan günlük hayatı düşündü. İnsan arzuları ile nasıl başa çıkıyordu? Gereksinimlerini karşılamak için ne kadar beklemeliydi, neye ne kadar zaman harcıyordu? Şimdilerde, ekmeği istediği anda ısmarlayarak hemencecik edinebilirdi. Ama bugün bunun için yarını beklemesi gerekiyordu. Kim bilir yarına kadar nasıl arzular gelip geçecekti içinden? Bunlardan birine sahip olmaya çalışırken bir diğerinin nasıl yeşerivereceğini düşündü. Belki de biri diğerinin üstünü örtecek, bir nevi istekler örüntüsü içinde o da silikleşip gidecekti. Bir şeyin gerçekleşmesini beklerken o şeyi kuşatan çaba bir çeşit ibadet hâli gibiydi. Beklentiyi içinde yaşatmak için ortaya konulan türlü bedensel ve zihinsel mesailerin uzunluğunu çağrıştırıyordu.
Aklına ne zamandır yapmak istediği Paskalya çöreği geldi. Geçen gün bunun için mahlep almış ama daha sonra evde var olan yiyecekleri tüketmeden bu işe girişmemeye karar vermişti. Çöreği sümbül zamanı yapmayı planlamıştı ama neredeyse ayın sonu gelmişti. Acaba bunca bekleyişten sonra çöreğin tadı nasıl hissedilecekti?
Karga tekrar uçup geldi ve yumurtalarına oturdu. Kaç çeşit kuş vardı buralarda? Bir kumru sesine kulak verdi. Geçen günlerde birkaç defa gördüğü baştankara kuşunu, leyleklerin geçişini, güvercinleri, serçeyi ve martıları düşündü. Tanımadığı daha ufak bir kuşun türünü öğrenmeye çalışıyordu. Kuş çok küçüktü ve tüyleri grimsi, kahverengimsi tonlardaydı. Muhtemelen bir çalıkuşuydu bu. Kırlangıçlar da yavaş yavaş gelmeye başlamıştı ve hatta geçen hafta İskender papağanları geçmişti tepesinden birdenbire. Aylar önce aldığı Arap yasemininin tüm balkonu sardığını hayal etti. Neden çiçekleri tam açmamıştı? İçeriden dışarıya alındığından beri durgunlaşmıştı. Sanki ne ölüyor, ne büyüyordu. Belki de toprağını sevmemişti. İçten içe çabucak büyümesini diliyordu. Yasemin balkonu bir gün gerçekten sardığında kendi hayatından ne kadar zaman eksilmiş olabileceğini; şimdi sabırsızlıkla beklediği o an geldiğinde, hayatında nelerin değişip nelerin geri kalacağını düşündü. Ölüme biraz daha yaklaşmış olacaktı.
Güneş batmaya yakın, gün içinde yaşadığı yüzlerce kararsızlıktan birine daha yakalandı. Bir bira açıp günbatımının tadını mı çıkarmalı yoksa artık yemek yapmaya mı koyulmalıydı? Belki de günlerdir ihmal ettiği egzersizleri yapmak en iyisiydi. Yarım saat yapabilirdi. Yaparsa iyi hissedeceğini biliyordu ama o zaman yemek gecikecekti. Sonrasında sindirmek için acı çekecek ve başka hiçbir şey yapamayacaktı. Bir parça ayva yiyebilirdi belki şimdilik. Ayva da nereden çıktı Nisan ayında, diye düşündü. Maş fasulyelerini ıslatmalı şimdiden, bir haftaya ancak çimlenir. Şu kalan ekmek parçalarını pencerenin kenarına ufalayıp sonra okumaya oturacaktı.
Az önce gelen içme suyu şişesini arapsabunu karıştırdığı ılık su ile sildi. Acaba arapsabunu nasıl yapılıyordu ve adı neden arapsabunuydu? Aradı, baktı. İlk olarak Babil'de izleri görülmüştü. Zeytinyağına, bugün kullanılan alkali malzeme yerine potasyum hidroksit karıştırılarak elde ediliyordu. Sabunu, çocukken yıkadığı yün halıların kokusundan ayrı hayal edemiyordu. Kovada kalan suyu girişte beklettiği alışveriş poşetlerinin olduğu köşeyi silmek için kullandı. O sırada, köşedeki sehpanın altında duran solucan gübresi şişesini gördü ve oturmadan limon ağacını sulamaya karar verdi. Gübreyi suya şimdilik vazo olarak kullandığı sürahide karıştıracaktı. Aylar önce kurumuş olan mimozaları vazodan çıkardı, karışımı tamamladı. Yapraklarda küçük kırmızı böcekler gördü. Acaba bitki hastalanmış mıydı? Yeterince rüzgâr ve güneş alıyor muydu? Dışarı mı çıkarılmalıydı? Köklerine safran soğanı, sarımsak ve çilek ekmişti. Bunlar ağaca güç verecekti, barışçıl bitkilerdi. Tespih ağacı yağından yapılmış şifalı böcek kovucu karışımı aldı ve yapraklara sıkmaya başladı. Şu ana dek ne kadar çok canlının hayatına son vermişti? O sırada yere damlacıklar düştü. Bez getirip onları silmeye karar verdi. Sürahinin dibinde hâlâ biraz gübre kalmıştı, onu da çimlendirdiği tohumlara vererek değerlendirebilirdi. Tam bunu yaparken viyollerin içindeki bazı tohumların hâlâ yeşermediğini fark etti. Daha fazla mı ışık istiyorlardı? Peki ya aynı sıraya ekili diğerleri buna ihtiyaç duymuyorsa? Bunu araştırmalıyım, diye düşündü.
Alışveriş tek seferde yapıldığı için alacağı malzemelerin zamanını buna göre planlıyordu. Her tahılın, bitkinin, meyvenin kendine has bir zamansallığı vardı. Belli bir evrede karışabilmeleri için bu zamansallıkların tutturulması gerekiyordu.
Aradan bir iki gün geçmişti. Okuyordu. Şimdi, aldığı çiğ sütü bir an önce kaynatması gerektiğini düşündü. Epeyce geciktirmişti. Güllü bir tatlı yapmayı planlıyordu. Isparta'da yetişen güllerden damıtılan ve kendisine hediye edilen suyu hatırladı ve şişeyi buldu. Oblomov'u ters çevirdi ve mutfağa gitti. Süt çoktan bozulmuş olabilir miydi? Eğer sütün bozulup bozulmadığını anlamadan tatlı malzemelerini eklerse her şeyi atması gerekebilirdi. Oysa önce sütü kaynatırsa bozuk olsa dahi bunu peynire çevirebilecekti.
O zaman bozulma diye bir şey var mıydı? Bozulan her şey başka bir şeye dönüşüyordu aslında, yaşamı devam ettiren o şeye. Belki bizim yaşamımızı değil ama yaşamın bütünlüğünü devam ettiren şeye. Çürümeye götüren asidin, sütün kendisinde açığa çıkması ile vuku bulan şeye.
Sütü kaynatmaya karar verdi. Gece gece tüm mutfak buharlandı ve uyku veren bir koku yayılmaya başladı. Isı yükseldikçe süt kesiliyordu. Evet, günlerdir düşlediği tatlıyı yapmak mümkün değildi artık. Sütü süzdü ve kalan parçacıkları ayırıp tuzladı. Çökelek hazırdı. Süzgeçten geçen sıvı ise bitkilerin kalsiyum ihtiyacını giderecekti. Geri dönüp kitabını okumak için hiç enerjisi kalmamıştı. Bugün de böylece parça parça geçip gitmişti işte.
Günlerdir evde geçirdiği zamanla korkuları biraz da olsa azalmıştı. Ancak suçluluk duygusu hep oradaydı. Sürekli yapmak istediği şeyleri kafasından geçiriyor ve daha hiçbirine başlayamadan gün bitiveriyordu. Geçen gün Rumeli Kavağı'ndan topladığı yabani gül, papatya, ıtır, katırtırnağı ve dişotundan oluşan demete baktı. Mayıs ortası gelmiş, karganın yavruları yumurtadan bir türlü çıkmamıştı. Belki ağaçtan düşmüşlerdi, belki de yeşeren ağacın dalları arasından seçilemiyorlardı. Evet, Marmara Denizi'ne bakan arka balkondan görünen yeşillik katman katman artmıştı. Manolya ağacı hatta balkondaki Arap yasemini bile çiçek açmıştı. Bir de küçük ceviz ağacı vardı. Çok uzaktaki paralel sokakların arasından yükselen sedir ağaçlarının tepelerini dahi görebildiğini fark etti. Orayı daha önce ziyaret ettiğini, çok uzun bir selvinin gövdesine dokunduğunu hatırladı. Badem, dişbudağı, sığla, defne ağaçları ve aylandıza sarılmış zehirli sarmaşık serpilmişti. Bir zamanlar buralarda birbirine geçmiş tüm bu türlerin oluşturduğu deniz kıyısından yükselen ormanı hayal etti.
Hava ısındıkça insanlar da açılıp saçılmaya başlamıştı. Sağ binadaki adam belli ki berbere gitmiş, onun birkaç kat altındaki yaşlı teyzenin oğlu da kendisini ziyarete gelmişti. Oğlan, bir arama yapıp, telefonun hoparlörünü açtı. Annesi hoparlörden, arkadaşı Vasily'nin ayinle ilgili sorularını cevaplamaya başladı. Kadının akşam yemeklerinden sonra bir takım defterler incelediğini görmüş, neye dair tutulduklarını uzun süre merak etmişti. Yaşlı kadın belki de bir din görevlisiydi. Hep büyük pencerenin köşesinde oturuyordu. Akşamüstü, yardımcısı tırnaklarını kesti. Koca bir tekere benzeyen bir kek halkası koydu masaya. Öyle bir kek yapmayı çok isterdi ancak şimdilik bu isteği bir kenara bırakması gerekiyordu. O kadar çok şey istiyordu ki! Her gün arzuları kabarıp duruyordu. Harika bir akşam yemeğini, sayfalarca okunmuş bir kitabın ferahlığının ardından yemek. Akşam balkonda sarı ışığın yayıldığı saatlerin tadını çıkarmak, günlerdir konuşmadığı annesini aramak, gelen mektuplara cevap vermek, minik bir kitap maketi yapmak, tarih çalışmak ve belki de piyano derslerine başlamak; salgının yaratacağı maddi çıkmazları, dertleri, tasaları bir yana bırakabilmek, yazın gitmeyi planladıkları evin eksikliklerini not etmek, yazlık kıyafetleri çıkarıp kışlıkları toplamak, karabaşotunun bakımının nasıl yapılacağını incelemek. Bunların hepsini yapma isteği ile dolup taşıyor, hiçbirini tam olarak yapamıyordu. Karabaşın, Osmanlı zamanında kolera salgını sırasında kullanılmak üzere, hakkında ferman çıkarılmış çok yararlı bir bitki olduğunu öğrendi. Fransız lavantası olarak da anılıyordu. Günler önce tatlısını yapmıştı. Limon, karadut, biberiye bir araya gelmişti bu tarif için. Birkaç yüzyıl önce tüm bunlar nasıl oluyordu? Gördüğü 18. yüzyıldan kalma resimleri hatırladı. Buzdolabının, fırının ve suyun olmadığı bir mutfak getirdi gözünün önüne. Bütün bu malzemelerin bir araya gelmesi için ne kadar çok dinamiğin işlemesi gerekiyordu... Süt bir çiftçiden alınmalı, kaynatılmalı, soğutulmalıydı. Hem o zamanlarda bu kadar az süt almak mümkün müydü? Kilolarca sütle yapılacak tüm işler aynı anda organize edilmeliydi. Hamur işleri için maya yapılmalı ya da biracılardan satın alınmalıydı. Tabakları, porselenleri, tencereleri, tavaları, bilumum araç gereci ve bunların yapıldığı malzemelerin ağırlığını hayal etti. Bulaşık yıkama maksadıyla mutfağa getirilen ve mutfaktan götürülen suyu taşımak için ortaya konan iş gücünü düşündü. Kurutulmak ve bozulmamak üzere tavandan asılmış sebzeleri, etleri, peynirleri ve tüm bunları aydınlatan mum ışığını gözünde canlandırdı.
Ateş yakmak için odun kullanılıyor olmalıydı. Tüm bu çeşitleri aynı akşam yemeği için pişirmek nasıl ve kaç kişi tarafından olanaklı kılınıyordu? Gerekli ısıyı elde etmek üzere ateşi yakmak, kontrol etmek, yoğunluğunu dengelemek ve köz hâline getirmek için gösterilen çaba ile gıdaların pişme zamanını örtüştürmek için gösterilen çaba durmadan boy ölçüşüyor olmalıydı. Tüm mutfağı sarıp sarmalayan dumanın altında odunlar geliyor, küller gidiyor; yemekler şimdi özlem duyduğu içlerine sinmiş is kokusunun dışında muhtemelen tecrübe edilemiyorlardı. Bu salgın günlerinde dahi fırını istediğimiz müddetçe istediğimiz ısıda tutabilmemiz için sistemin sağladığı hizmeti ve bunun bedelini düşündü.
Eve kapandığı bu günlerde bütün bu soruları tekrar tekrar sormaya başlamıştı. Gündelik zaman nasıl da elementlerin ve bileşenlerin sürekli değişimi ve dönüşümü ile şekilleniyordu. Yakın bir zamana kadar her şey durmadan birbirini izleyen mevsimlik mahsullere ve onlarla temas hâlinde oluşumuza bağlı olarak işliyordu. Her oluşumun kendine has zamanını beklemenin getirdiği sebat hâli ne aydınlatıcıydı kim bilir! İşte insan o zaman ne çok empati kurabilirdi etrafıyla. Belki de anlık hazları kovalamaktan çok, oluş zamanını bekleyebilir ve oluşun içkin ritmine ayak uydurabilirdi. Kendi iç zamanını, rutinini bulabilirdi.
Şimdi tüm bu tıkanıklıklarla başa çıkmak için dışsal bir disiplin edinmenin ve kaygıları için kendini telkin etmenin dışında başka bir yolun varlığını hissediyordu. Ancak bunun gerçekleşmesi için çevresel faktörlerin de böyle değişmesine ihtiyaç duyuluyordu demek ki, dış dünyadan o kadar da bağımsız olunamazdı. Her dönem bu yolu açmanın yöntemlerini yeniden ve yeniden keşfetmesi gerektiğini idrak etmişti sanki. Kendi içindeki ateşi harlamanın, dengelemenin ve buradan çıkan enerjiyle, isteklerinin her birinin kendi oluş zamanını örüntülemenin direncini bulmuş gibiydi.
Sınıfta kalem açarken sırasından kalkıp başında durduğu çöp kutusundan yükselen, teneffüste yenilmiş portakalın kabuğunun kokusu geldi aklına. Kontroller, dersi verimli geçirmek adına verilen öğütler ve disiplin cezaları dışında kalan, izinsizce yerinden kalkabileceğin özgür bir ana işaret ediyordu sanki kalem açmak. Sanki tıkanmanın içine bir delik açmak istercesine sivriltilirdi o kalem ucu.
(Mayıs 2020)