Bu metin KABA HAT'ın Orta Format için üstlendiği konuk editörlük programı kapsamında, teklif edilen bir yazı üzerine şekillenen bir denemedir. KABA HAT'ın, yıldızsızlaşma [1], eleştirel patinaj [2], yani, sanat alanına ve üretimine eleştirel bir yaklaşımın mevcut sanat sistemi içinde kendine bir alan açamaması anlamında ve disencantada[3] kavramları çerçevesinde kurguladığı bu sayıya 8 Mart ve 21 Haziran 2017 tarihlerinde Ankara Yüksel Caddesi'nde çektiğim iki fotoğrafın ilişkilendirilmesine yönelik bir değerlendirme yapmaya çalışacağım.
ODTÜ Kütüphanesi'nin bölümlere bakan kapısında "Nuriye Gülmen Direniyor" yazılı bir stensili fark ettiğimde tarih 1 Aralık 2016'ydı. Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) görevlerinden uzaklaştırılan Nuriye ve Semih'ten ben bu tarihte haberdar oldum. Nuriye ve Semih 9 Kasım 2016'dan itibaren Yüksel Caddesi'nde oturma eylemine başlamışlar. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününde orada yukarıda gördüğünüz fotoğrafı çektim. Bir gün sonra 9 Mart'ta Nuriye ve Semih 24 Temmuz 2017 tarihi itibariyle 138. gününe gelmiş olan açlık grevine başladılar. 9 Kasım'dan beri sürdürdükleri oturma eyleminde olduğu gibi açlık grevinde de Yüksel Caddesi'ndeki İnsan Hakları Heykeli'nin yanındaydılar. Açlık grevi toplum bilimsel olarak bir meta-anlatıdır; kişinin kendinden ve bedeninden, daha iyi ve daha onurlu olacak olan için vazgeçmesidir. Bu bağlamda açlık grevi işlevseldir ve demokratik bir hak olarak görülmelidir. Açlık grevini devlet aygıtının/siyasi otoritenin de bir sivil itaatsizlik olarak kabul etmesi gerekir. Ne var ki hem Modern İslam hem de günümüz siyasal İslam'ı, açlık grevini tasavvuf anlayışındaki çile olgusunun bir uzantısı olarak yorumlamayı dahi reddetmektedir. Çile pratiğinin İslam'ın bünyesinden kopmuş olması, ona benzeyen açlık grevinin bir sivil itaatsizlik örneği olarak kabulünü ve onaylanmasını engellemektedir. Bu iki anlayış da sivil itaatsizliği görmezden gelerek, Sanat Dünyası içinde yaşanılan ilişkilere benzer bir eleştirel patinaja sebep olmaktadır.
Direnişin Yüksel Caddesi'nde ve İnsan Hakları Heykeli'nin altında başlamış olması anlamlıdır. İnsan Hakları Heykeli'nin heykeltıraşı Metin Yurdanur da Nuriye ve Semih gibi bir eğitimcidir ve 1980 darbesinden sonra 1402'likler olarak bilinen üniversite ihraçlarında Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi'ndeki görevinden uzaklaştırılmıştır. Metin Yurdanur, Haziran 2017 başında yaptığı bir söyleşide Nuriye ve Semih'in görevlerine iade edilmelerine dair verdiği destekten sonra heykellerinin hepsinin kamusal alanda sergilendiğini söylemiş, onlara yapılan müdahalelerle, yer değiştirme ve saldırılarla sanat pratiği içinde kendisinin mücadele edebileceğini, ancak İnsan Hakları Heykeli'nin polis ablukası altında oluşuna asıl insanların, halkın direnç göstermesi gerektiğini vurgulamıştır. Sanatçı Yurdanur, İnsan Hakları Heykelini bir kadın figürüyle ilişkilendirmiş, stilize ve arkaik olmasının yanı sıra ‘insani' boyutlarda olmasını önemsemiştir. Aradan geçen yıllarda, heykel bulunduğu alanla ve bu alanın söylemiyle bütünleşmiştir. Renkleri ve coşkularıyla heykelin etrafını sarmış 8 Mart'ı kutlayan kadınların fotoğrafını çektiğim günde heykel onların arasında, onların umuduna eş, ancak coşkularına ‘zıt' bir sessizlik içindeydi. Mayıs 2017 ortasından itibaren polis barikatı ile tecrit edilmiş olmasına rağmen ‘cansız' bir objenin bile sivil itaatsizlik içinde ne denli güçlü bir varoluşu yansıttığını bana güçlü bir şekilde hissettirmişti. Şimdi o anı düşündüğümde belki de yaşadığım duygu KABA HAT'ın vurguladığı yeniden büyülenme anıydı.
2017 Ocak ayında Ankara Börtüböcek Galeri'de düzenlenen Tecrit Sergisi'ne ben de bir çalışma ile katıldım. Bu çalışmadaki anlatım, çile öğretisi üzerinden, insanın kendi isteği dışında tecrit edilemeyeceği, edilse bile bununla mücadele edebileceğiydi. Açlık grevine katılanları onlara destek olan ailelerini tutuklayan, 28 yıldır çilesi dolmayan bir heykeli abluka altına alan siyasi otorite, öyle görünüyor ki yıldızları söndürememiştir. Bu otorite yıldızsızlaşmayı, bir toplumsal felaket olarak ortaya koymuştur, ancak Sur'da Cizre'de yerle yeksan ettiği sokaklardan TOKİ'siyle gasp ettiği mahallelerden tılsımı direncinde saklı huzmeler yayılmaya devam edecektir. Çünkü;
"Bedensel ölümlere devlet katlanamadı, direnemedi… Bu tarz ölüm, kendi dönüştürücü, eleştirel güçlerine sahipti ve onları, ölüm orucundan çekilip alınmış, şuurunu kaybetmiş mahkûm bedenleri üzerinde ışıldatmaya devam ediyor. Bununla uzlaşması gereken öteki sorun ise ruhsal alanda hissediliyor. Orada ışıldayandan yalnızca bir basın haberi, bir protesto, bir slogan değil, sorunun ta kendisine, ölümün ve insanların direnme gücünün beyanını türetmek… Ama bu, sanat dediğimiz şeyden başkası değildir." (Baker, 2012; 304) [4]
Derviş asılı kaldığı zamandan seslendi
Sükûnet içinde
Gayretkeş bir azap
Sudan hafiftir
Saçtan ağır
[1] Tanıl Bora'nın 26 Nisan 2017 tarihli Felaket yazısında, Orhan Koçak'ın 7/24 Felaket ve Ayhan Geçgin'in yavanlaşmış felaket kavramlarından yola çıkarak ortaya koyduğu bir kavram.
[2] Eleştirinin patinajı olarak kullandım.
[3] Büyüsüzlük halinin Latince karşılığı olarak kullandım.
[4] Baker, U (2012) Dolaylı Eylem Birikim Yayınları İstanbul