Varoluşum ile ilgili hatırladığım ilk imge bir E.T. biblosu. Evet, hani şu 1982 yapımı popüler Spielberg filmi. Daha 1 yaşına girmemiş insan evladının hayata dair hatırlayabileceği şeyler sonradan birer fotoğraf olarak algıladığı o imgelerdir. Benimki de işte o dönem anne babamın yaşadığı evde pencerenin önündeki sehpada duran E.T. biblosu. Kişinin sıfır yaşını hatırlaması neredeyse olanaksız gibidir, hele o iyiden iyiye edilgen haliyle gerçek bir benliğin nüvelerinin bile belirmediği bebek bedeninin nasıl bir gözle imgeleri algıladığı tartışılır. Ama o döneme ait elimde fotoğraf ya da o sahneyi hatırlatan bir veri olmamasına rağmen yıllar sonra o bibloyu ve fondaki dekorasyonu annemle paylaştığımda hatırladığım resmin gerçekliğine ben de şaşırmıştım.
İşin ilginç kısmı o görseli aynen bir fotoğraf karesi gibi tasvir etmemdi. İmgenin sınırları, başlangıç ve bitişi vardı. Fondaki kütüphane, soldan bibloya vuran ışık ve biblonun durduğu yuvarlak sehpa ile tam bir fotoğraf karesiydi. Hatta bu karenin baskın renkleri, neredeyse bir tadı ve kokusu vardı. Yıllar sonra aynı eve gittiğimde ışığı alan pencerinin yanında durmak yine aynı hisleri çağrıştırmıştı. Bir bebeğin fotoğrafla tanışması ilk olarak kendi beyninde vuku bulmuştu.
Sonrasında ise fotoğrafla barışık bir ilişkimiz olamadı. İlkokul çağlarımda, hobi olarak fotoğraf çeken dayımın karelerinde yer almak gibi bir görevim vardı. Doğuştan fotojenik olan kuzenimin yanında oldukça şekilsiz görünüyordum. Bırakın poz vermeyi, sevimli bir çocuk gibi görünmeyi dahi beceremiyordum. Saçlarım kıvırcık, konrolsüz ve şekilsizdi, fotoğraflarda tombik ve kambur görünüyordum. Bir çocuk nasıl kambur olabilir ki? Muhtemelen kendi imgemle başbaşa kaldığım zaman kendime yabancılaşıyor; bedenimi, yüzümü bir türlü olduğu gibi kabul edemiyordum. Fotoğraf makinesiyle savaşım araya giren daha profesyonel deneyimlere rağmen bugüne dek böyle devam etti. İçinde bulunduğum fotoğraflarda hala kendime bakmakta zorlanırım.
Lisede kendi fotoğraf makinemi alıp kompozisyonlar kurmaya çabaladım. Ama onda da her film banyosu ayrı bir hayal kırıklığı oldu. O hain makine kafamda kurduğum kompozisyonların gerçekleşmesine izin vermiyordu sanki. Bir süre sonra tam artık çabalamamaya karar vermiştim ki bu sefer de lensin öbür ucunda ve yine hiç olmak istemediğim bir yerde karşıma çıktı fotoğraf. Bu defa fotoğrafı çekilen bendim, ne büyük kabus! Üniversite okuduğum yıllarda moda editörlüğü asistanlığı yapmaya başlamıştım. İyi bir fotoğrafın nasıl olması gerektiğini artık biliyordum; fotoğrafta giysiler, takılar, ışık nasıl görünür biliyordum ama o kadar. O çekimlerden birinde Nazif Topçuoğlu'yla tanıştım ve bir süre ona modellik yaptım. Bu arada amatör olarak arkadaşlarımın işleri için de ufak tefek çekimlerde modellik yapıyordum. Ama ne azap dolu zamanlardı, tahmin edemezsiniz. Bir kere nasıl oluyor da insanlar poz verirken ağızları yamuk olmuyor, benim hep sağ tarafım asimetrik çıkıyordu. Sanat tarihi okumuştum, heykelleri incelemiş, kara kalem desenlerini çizmiştim, üstelik modern dansla ilgileniyordum. Yani bedenimi nasıl kontrol edeceğimi biliyordum, belirli bir açıdan o bedenin nasıl görüneceğini de kestirebiliyordum ama Allah'ın cezası o makine fotoğrafçıyla benim arama girdiğinde bütün bildiklerim tuzla buz oluyordu. Durumu çok çaktırmamaya çalışarak o dönemleri atlattım ve çok şükür ki yaşlandım. Artık kimse fotoğrafımı çekmek için yanıp tutuşmuyor.
Şaşaalı modellik günlerimin ardından fotoğraf peşimi bırakmadı. Fotoğraf ağırlıklı işler sergileyen bir galeride çalışmaya başladım. Orada birçok fotoğraf sanatçısıyla tanıştım, onların çalışma biçimlerini birebir gözlemleme fırsatım oldu. Hatta sonra onlardan biriyle evlendim ama bu bile fotoğrafla mesafemi değiştirmedi. O dünyanın içinde hep öteki gibi hissediyordum. Fotoğrafın tam ortasında bir o kadar da dışındaydım. Bunun üzerine çok düşündüm; yanlış olan neydi? Kompozisyon kurmanın kurallarını üniversitede resim okurken öğretmişlerdi. İyi bir fotoğraf gördüğümde onu analiz edebiliyor, kompozisyon üzerine düşünebiliyor, iyi fotoğrafı anlayabiliyordum. Bir iş samimiyetle üretildiyse zaten kendini belli ediyor, yani onu anlayabilecek gözüm vardı. Ama fotoğraf çekmek başka bir şeydi; meraklı olmayı, araştırmayı, durmadan bir görüntüye takılı kalıp farklı açılardan, yılmadan onu deneyebilmeyi gerektiren ciddi bir işti. Bugüne kadar pek çok fotoğraf makinem oldu, her defasında "Tamam bu sefer utanmadan, çekinmeden, insanların ne yaptığımı konuşmalarını düşünmeden ne bulursam çekeceğim," dedim ama hiçbir zaman başarılı olamadım. Bunu yapabilenlere hep saygı duydum.
Kurgu fotoğraf yirmili yaşlarımda bana her zaman daha yakın geliyordu çünkü fotoğrafçı bütün resmin oluşumunda söz sahibiydi ve her ayrıntısını kendi kontrol edebiliyordu. Benim için çözümlemesi ve anlaması daha kolaydı. Öte yandan süjesiyle arasında bir bağ kurarak, gerçekten kendini de o karenin içine davet ettirerek fotoğraflara dahil olan sanatçılar, en çok onları anlamıyordum. Bu durum bana yaklaşılamayacak kadar cesur, hatta hadsiz geliyordu. Belgesel fotoğrafı anlayabilmem zaman aldı, belki de o salt gerçeklik anıyla yüzleşmeye çok geç razı oldum. Fotoğrafçı her kareye kendi bakışını, fotoğrafa o bakışın yansıttığı rengini, kokusunu veriyor. On kişi aynı anı çekse on farklı bakış açısı çıkıyor, işte büyülü olan fotoğrafın sihri, o je ne sais quoi tam olarak bu. Sonunda içinde ya da dışında durmak yerine her yere aynı mesafede durmayı seçmemle fotoğrafla aramdaki savaşı sonlandırdım. Fotoğraf insanın en kırılgan yerlerine bütün hamlığıyla dokunabiliyor, bakanın kalbini söküp atabiliyor. Bunu başka hangi medyum bu kadar hızlı başarabilir ki?
(Ana görsel: Görkem Ergün)