"Aşk ve ölüm anında bedenlerin saklayacak hiçbir şeyi yoktur; duruşları, bükülüşleri, hareketleri, işaretleri, sessizlikleri hem bu dünyaya hem de öteki dünyaya aittir."
Jean Genet
Jean Genet 19 Aralık 1910'da Paris'te doğdu. Evlilik dışı bir çocuk olduğu için annesi tarafından terk edildi, on yaşına değin bir yetimhanede ve Morvan'da bir çiftçi ailesinin yanında kaldı. On yaşındayken girdiği ıslahevinden 1926'da kaçarak Fransız sömürge birliklerine katıldı. Kısa bir süre sonra oradan da kaçtı ve Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde hırsızlık, kaçakçılık olaylarına karışarak tam bir serseri gibi yaşadı. İşlediği suçlar yüzünden sık sık hapse girdi. 1948'de Fransa'da hırsızlık yüzünden onuncu kez yargılandı ve ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Bu arada, 1942'de hapiste yazmış olduğu Notre-Dame des Fleurs (Çiçeklerin Meryem Anası) adlı ilk romanı André Gide, Jean Cocteau ve Jean-Paul Sartre gibi ünlü yazarların dikkatini çekti. Bu yazarların cumhurbaşkanına verdikleri bir dilekçe üzerine bağışlandı.
Romanlarında oldukça şiirsel bir dil kullanan Genet, kendi öz yaşamından yola çıkarak, yakından tanıdığı yeraltı dünyasını korkusuzca betimler. Hırsızlar, katiller, kaçakçılar, fahişeler, eşcinsellerle dolu olan bu dünyanın pisliği ve şiddeti, Genet'nin güçlü anlatımıyla şaşırtıcı bir güzellik kazanır. Oyunlarında ise bu özyaşamsal yöntemi bir yana bıraktığı görülür. Oyun kahramanlarının da romanlardaki insanlar gibi toplum dışına itilmiş kimseler olmalarına karşın, onun bu oyunlarda yaşamla ilgili düşüncelerinin özünü dile getirmeye çalıştığı söylenebilir.
Genet bu yapıtlarında yaşamın bir tanımını vermeye çalışır. Ancak ona göre, yaşam yaşanarak kavransa bile, tam anlamıyla açıklanamayacağı için böyle bir tanım olanaksızdır. Her insanın bir kimliği vardır ama insan kendi kimliğini algılayamaz; kendisinin düşsel bir yansısını başka bir insanın gözünde görebilir. Genet'ye göre, insan bu belirsizlikten ve boşluktan kurtulmak için rol yapmaya başlar. Her rol de belli bir işleve verilen bir addan başka bir şey değildir. Böylece eylemlerin yerini işlevler alır, dolayısıyla da gerçek davranışlar törensi davranışlara dönüşür.
Genet'nin, bütün yapıtlarında yerleşik ahlak kurallarına aykırı bir ahlak anlayışının sözcülüğünü ettiği söylenebilir. Özellikle başkalarının insana zorla benimsetmeye kalktıkları yazgıya karşı çıkmakla insanın gerçek kimliğini bulabileceği düşüncesi, onda tutkuyla yinelenen bir inanca dönüşmüştür.
Gerçek bir asi ve anarşist olan Genet, toplumsal disiplin ve siyasi bağlantının her türlüsüne karşı çıktı. Yaşadığı şiddetli ve çoğunlukla da aşağılayıcı nitelikteki erotizm, onu mistik bir alçakgönüllülük kavramına götürdü. Jean-Paul Sartre, Saint Genet-Comédien et Martyr (1952; Aziz Genet-Oyuncu ve Kurban) adlı yapıtında Genet'nin kendini küçük düşürme ve aşağı görme çabalarını bir azizin çabalarıyla karşılaştırmıştır. Genet'nin yazar olarak adını duyurması bir bakıma, Sartre'ın bu uzun incelemesine dayanır. Sartre bu eleştirel incelemede Genet'yi varoluşçu açıdan ele alarak onun toplumun yerleşik değerlerine karşı çıkışını yalnız ahlak çöküntüsünün değil, aynı zamanda insanlığın durumuyla ilgili öfkesinin bir yansıması olduğunu ileri sürdü. (1) Hırsızın Günlüğü, Jean Genet'nin en ünlü yapıtıdır. Bu yapıt Jean-Paul Sartre'a aşağıda aralıklı olarak devam eden metni esinlemiştir:
Her insan Narkissos olamaz. Suya eğilen birçok kişi orada yalnızca belli belirsiz bir insan görüntüsü görür. Genet ise kendini her yerde görmektedir; en donuk yüzeyler ona kendi imgesini yansıtırlar; başkalarının en derin gizlerini bile hemen sezip ortaya çıkarır Genet. O kaygı verici ikizlik temasına, imgeye, tıpatıp benzemeye, düşman kardeşe tüm yapıtlarında rastlanır. Bu yapıtların her birinin kendisi olmak, kendisinin yansıması olmak gibi tuhaf bir özelliği vardır. Kafamızı karıştıran, bizi esriten ve Genet'nin bakışı altında Genet' ye dönüşen uğultu, yoğun bir kalabalığı gözümüzün önüne getirir Genet.
Narkissos'un sudaki yansıması kalıcı değildir. Su dalgalandığı zaman yansıma da dalgalanır ve bozulur. Görünenle görenin karşılaşması, "benzeyenin kendi benzerine rastlaması" (2) suretiyle gerçekleşen ve her ikisini eşleştiren bir karşılaşma değildir. Çünkü ışık sayesinde görünen, gözün gördüğü yerden başka bir yerdedir. Işığın etkisi yüzünden göz, görüneni olduğu yerde değil, olmadığı bir yerde gördüğü için, ışık, görünenle görme eyleminin eşitlenmesine izin veren bir nitelik değildir. Bu nedenle Araplara, İranlılara ve Bizanslılara göre camera obscura, hakikatin doğru imgesini vereceği yerde hakikatin ele geçirilemeyişini kanıtlayan bir buluş iken aynı icat 16. Yüzyıl Avrupası'nda farklı okunmakta, onun beyaz kağıtta gerçekleştirdiği görüntüyle gözün retinasında beliren imgenin, aynı görünüm olduğu söylenmektedir. (3) "Çünkü imge, kağıdın ya da retinanın yüzeyine resmini, gerçek bir resim gibi çizmektedir." (4) Narkissos'un görüntüsü ancak su dinginleştiğinde yeniden özüne dönerek kaynağını doğru bir şekilde göstermeye başlar. Bu, imgenin tanımını özellikle vurgulayan bir örnektir.
Sanatçı görünmez olanı görünür kılar. Genet de yaşamı boyunca bu dikenli yoldan yürümüştür. Görünmez olanı dış dünyada aramak en başta anlamsızdır; dış dünya bizim gözlerimize görünen dünyadır. Asıl görünmez olan, içeridedir. Onu görmek için başka bir göz, onu hissetmek için başka bir tür duyarlılık gerekir. Fotografik imgeden bahsederken realite olarak adlandırdığımız, görüp dokunduğumuz ve sonradan hatırladığımız biricik gerçeklikten de öte; hayatımız boyunca beş duyumuzla kaydettiğimiz, zihnimizde datalardan meydana gelen o dev arşivin bize sağladığı imkanla her bir anı zerresini karıştırarak oluşturacağımız bu yeni imgeler, yeni anılar -bilakis rüyalar- da yeni tür gerçeklik değil midir? Nihayetinde imgenin başka başka mecralarda üretilmiş olmasının hiçbir önemi yoktur. O, akan bir su gibidir. Kayanın üzerinden aşarak, duvarın altını doldurup üzerinden taşarak geçer. İmgenin akışkanlığı buradan gelir; akmak, birikmek, sürüklenmek, örgütlenmek ve zamanı geldiğinde delip geçmek. İmgeye bağlanan tüm gerçeklik parodileri bu açıdan bakıldığında anlamını yitirir. O halde gerçek nedir?
Hırsızın Günlüğü' nde ikizlik miti en güven uyandırıcı, en yaygın, en doğal biçimini almıştır. Genet burada doğrudan doğruya Genet'den konuşur; yaşamını sefilliğini ve mutluluğunu, aşklarını anlatır; düşüncelerini dile getirir; Montaigne gibi, kendisini saf ve senlibenli bir biçimde betimlemek niyetinde olduğunu sanabilirsiniz. Elbette her şeyi söylüyor. Tüm gerçeği, yalnızca gerçeği söylüyor: Ne var ki bu gerçek, kutsal bir gerçektir.
Fotoğrafta imgenin varlığından bahsetmek, fotoğrafın özünde bir belge oluşundan bir parça uzaklaşarak aslında gerçeğin hafızada yaratılan özgün bir amorfundan bahsetmeye benzer. Özgün olması tarafların farklılığını, tekrar yaratılması ise kaydedilirken gerçekleşen hataları vurgular. Genet'nin en karanlık odalardayken bile hayatta kalmayı başarmasının sebebi, bu hatalardır. Karanlığı bir törene, etrafındaki pis kokuları, kirli çamaşırları ve öfkeyle sarılı hayatları bir şölene çevirme gücü buradan gelmektedir.
Özyaşam öyküsü özyaşam öyküsü değildir, yalnızca görünüşte öyledir: Bu kutsal bir kozmogonidir. Öyküleri öykü değildir; bunlar sizi coşturur, büyüler; ama olmuş şeyler anlattığını sandığınız sırada, ansızın, törensel şeyler anlattığını fark edersiniz.
Bu açıdan hafızanın oluşturulması anına geri dönüp ona yaklaştığımız zaman her bir kopyanın kendi içinde ne denli özgün olduğunu şaşırarak fark ederiz. Kopyalanmaktan daha ziyade ‘çoğalma' gerçekleşmiş; her doğan parça özünde bir ancak birbirine neredeyse yabancı gibidir.
Anıları anı değildir; gerçek, ama kutsaldırlar. Kendi yaşamından bir İncil yazarı, hayran kalmış bir tanık gibi söz eder… Ama yine de bitişme yerinde, kuşatan miti kuşatılmış mitten ayıran o ince çizgiyi görmesini biliyorsanız, gerçeği keşfedersiniz, o korkunç gerçeği.
Görüntüler içinde yaşanılan gerçeklik söz konusu olduğunda açıklayıcı işlevler üstlenirler. İnsan, kendi dünyasına erişme çabalarında yine kendi ürettiği kültürel yapılardan yararlanır. Ancak içinde yaşadığı dünyayı ona daha yakınlaştıracağını umduğu görüntüler bu işlevleri sırasında ister istemez, insan ve onun gerçekliği arasına girerek söz konusu uzaklığı daha da arttırırlar. Bu özellikleri ile görüntüler insan için, içinde yaşanılan gerçekliğin bir haritası olmaktan çok bir perde durumundadırlar. Gerçekliği sunarken, onu ‘yeniden' sunmuş olurlar. Sonuçta insan yaşadığı gerçeklik içinde yönünün bulmak için ürettiği görüntülerin arasında kaybolma tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır. (5)
Kürek mahkumlarının giysileri pembe ve beyaz çizgilidir. Yüreğimin buyruğuna uyup hoşlandığım bir dünyayı seçmişsem, hiç olmazsa burada, bulmak istediğim birçok anlamı bulma gücüne sahibim: Demek ki, çiçekler ile zindandakiler arasında sıkı bir ilişki vardır. Çiçeklerin kırılganlığı, narinliğiyle zindandakilerin o kaba duygusuzluğu aynı niteliktedir (Bana heyecan veren, bunların birinden ötekine gidip gelmesidir.) Bir kürek mahkumunu -ya da bir suçluyu- betimleyecek olsam, onu o kadar çok çiçekle donatırım ki, bunların altında gözden kaybolurken, kendisi de başka, dev gibi, yeni bir çiçek olur.
Jean Genet'nin gerçeklik ve kurmacayla olan karmaşık ilişkisinde bu yersizlik-yönsüzlük kavramı isabetli bir biçimde asıl formun kendisine bürünür. Her şey olmuştur, şüphesiz, ama hangi gerçeklik boyutundadır bu oluş? Nihayetinde, hangi gerçeklikte olduğu bu denli özümsenmiş, hissedilmiş ve yaşanmışsa, fark eder mi?
Bu günlükte beni hırsızlığa iten öteki nedenleri gizlemek istemiyorum; bu nedenlerin en basiti karnımı doyurma zorunluluğu idi; ama seçimime hiçbir zaman başkaldırma, acı, öfke ya da herhangi bir benzer duygu eşlik etmedi. Tam tersine, serüvenimi çılgınca bir özende, ‘kıskanç bir özenle' sevişmek için bir yatak, bir oda hazırlar gibi hazırladım: Suç işlemek için kalktı kamışım.
Can Akgümüş
Aralık 2020
(1) Jean Genet Biyografisi, Ayrıntı Yayınları
(2) 1 Platon, Timaios, 45 b-e
(3) Zeynep Sayın, İmgenin Pornografisi, Metis Yayınları, 2002, s. 27.
(4) Edme Mariotte'nin görme eylemindeki kör notanın keşfi üzerine yazdığı,"Nouvelles Découverte Touchant la Veuve" isimli, Paris 1668'de yayınlanan metinden alıntılayan Peter Bexte, Blinde Seher, Die Wahrnehmung von Wahrnehmung in der Kunst des 17. Jahrhunderts, Amsterdam, Dresden, 1999, s. 29, 199.
(5) İhsan Derman, Fotoğraf ve Gerçeklik, Med-Campus Project #A126 Yayınları, Ankara,1993.
Fotoğraflar:
1- Jean Genet Paris'te. Roger Parry / Schwules Museum
2- Habersiz Dizisi, 2016, Can Akgümüş, 61,5x54cm, Arşivsel Pigment Baskı