Özgür Atlagan Söyleşisi

#06
Özgür Atlagan
Hakkında
Tevfik Çağrı Dural
Hakkında Diğer Yazıları

Özgür Atlagan ile projeleri, çalışma pratiği ve "Kaba-Hat" üzerine bir söyleşi…

 

Şener: İnternette seninle ilgili pek bilgi yok. Web siten de olmadığı için kendini, eğitimini, geçtiğin aşamaları anlatabilir misin?

Özgür: Bilkent'te İletişim ve Tasarım okudum. Sonra yüksek lisans için İstanbul'a, Sabancı Üniversitesi Görsel Sanatlar Bölümü'ne geldim. Bilkent'teki çalışmalarım sinema üzerineydi, ancak okulda üretimde bulunurken sinema fazla tanımlı bir ifade biçimi gibi görünmeye başladı. Daha çok başka malzemelerle uğraşmak istiyordum, bir şeylere dokunarak. Sabancı bu alanı açtı bana. Tez sürecinde Selim Birsel ve Can Altay'la çalışma fırsatım oldu. Bu süreç beni yola koydu.

 

‘Turistler'e Dair…

Çağrı: Kartpostalla ilgili çalışmandan bahsedebilir misin?

Özgür: İsmi "Turistler". Bir pazarda katlanabilir bir kitapçık halinde bir arada duran bir kartpostal serisi bulmuştum. Bu kartpostallarda turistlerin göründüğü detayları tarayıp büyüterek aynı boyutlarda yeni bir kartpostal serisi oluşturdum. Aslında hala bitmiş bir iş değil bu. Nasıl sergileyeceğime karar veremedim. İşin kendisini ve kaynağını yan yana koymak ona haksızlık olacak gibi geliyor.

Doğduğumdan beri yazlarını Kuşadası'nda geçiriyorum. Turizme olan merakımın kaynağı bu. Ekonomik bakımdan hep çok faydalı olarak kabul edildiği için, çoğu insanın aklına "turizm ne yapıyor?" diye sormak gelmiyor. Mesela turizmin bakanlığı olması çok uçuk bir şey. Çoğunlukla sosyal bilimlerde bunun eleştirisi var. Bizimki gibi, turizm haritasının incilerinden olan coğrafyalarda bu konu üzerine biraz daha kafa yormak gerekiyor sanki.  O yüzden ben de bu alanın temsillerine bakıyordum: O malı, mekanı satmaya çalışan devlet, belediye, otel, restoran neler yapıyor? Bunlar ilgilmi çekiyor. İtalya'da böyle bir kartpostal serisi bulmuştum. Bakınca bütün bu mekan temsilleri aslında çok da bir şey anlatmıyor. Buraya gittiğinizde, Riviera Dei Fiori'ye, aslında orayı görmüş olmuyorsunuz; bu temsillerin farklı ölçeklerini görüyorsununz denebilir. İstanbul'a geldiğiniz zaman mesela, Sultanahmet'e gidince veya Galata Kulesi'ne çıkınca İstanbul'a gelmiş olmuyorsunuz.

Çağrı: Özellikle insana yoğunlaşman, bizde ‘Google Street View'den üretilen imajları çağrıştırdı. "Gözetleniyoruz farkında değiliz" durumunun aslında çok daha önceden de var olduğunu gösteriyor sanki.

Özgür: İnternetten herkesin erişimine açık olunca bu durum daha göz önünde oldu belki. Temelde bu tip şeylerde ‘insan için' söylemi var, herşeyde olduğu gibi. Öyle olunca temsildeki insan ne yapıyor diye bakmaya karar verdim. Büyüteçle bakmak gibi bir şey aslında bu. Birazcık da oyun…

Şener: Aslında manzaranın içine dahil olan insanların neler yaptığını görmeye çalışıyoruz.

Özgür: Mesela bazılarında insanların ne yaptığı daha açık, "çocuk su dolduruyor" gibi. Bir diğerinde plajdaki adamın yürüdüğünü görüyoruz, ama yaptığı şey çamurlaşmaya, belirsizleşmeye başlıyor. Sanki turistik bir tecrübe yaşandıktan sonra geriye kalan hissi anlatıyormuş gibi.

Çağrı: Çamurlaşması durumu, görünen insan kötü bir şey yapıyor olsa dahi fark edilemeyecek bir hale geliyor. Bakıyoruz ama göremiyoruz ki.

Özgür: Bir şeyi manzarayla beraber görünce o şey manzara tarafından soğuruluyor. Kartpostal ve onun yüzeyini oluşturan insanlar, renkli şemsiyeler, plajlar, ağaçlar turistik manzaranın, yani pazarlamanın birer parçası. Hepsi manzaraya hizmet etmeye başlıyor, onun kölesi oluyorlar; kendi varlıkları yok oluyor. Bu bizim temsilimiz aslında.

Çağrı: Yine benzer tipte akordeon kartpostallarla mı devam edeceksin?

Özgür: Bu tip kartpostallar almaya devam ediyorum. Bunun biraz da nesne olma durumu hoşuma gidiyor, turizmin şekillendirdiği bir nesne. Birbirinin üstüne kapanan, tırtıkları kenarlarından koparıldığında ‘pırt pırt' diye bir birinden ayrılan görüntüler. Bize bir seçki sunuyor bu tarz şeyler, tıpkı Turizm ve Kültür bakanlığının resmi sitesinin yaptığı gibi. "Burası bu kadardır" diyor, "buraları görün ve defolun!" Bir de seri üretimi mümkün kılan baskı tekniği ilgimi çekiyor. Bu kartpostallardan veya benzeri bir malzemeden detay alınca görüntünün tramları belirginleşiyor. İşte size çamurlaşmış bedenler!

 

 

‘Yıldızlı Gece'ye Dair…

Şener: Kat Malikleri Toplantısı içindeki işlerden biri olan, alarmlardan oluşan "Yıldızlı Gece" video yerleştirmesini de çok sevmiştik.

Çağrı: Amerikan filmlerinde olur ya, baba ve oğul beraber yıldızları izler. Gerçekten bir sağ bir sola giden lambaları sonra fark ediyorsun.

Özgür: Yıldızlı Gece işi için oturduğum mahalledeki alarm kutularının hareketli mavi ışıklarını çektim. Sonra yetmiş görüntüyü küçültüp, yan yana tek bir videoda topladim. Böylece bize göz kırpan yıldızlardan oluşan bir gökyüzü elde etmiş oldum. Bir de her yerleştirmede işin yanına yine alarm ışıklarının göründüğü fotoğraflardan bir takım yıldızı oluşturuyorum, Küçük Ayı, Çoban takımyıldızı gibi. Bu videoyu aslında projektörle yansıtmak istiyordum. Ama mekanın projektör alacak parası olmayınca ne yapsam diye düşünürken bir teleskop maketi içine yerleştirmeye karar verdim. O da aklıma şuradan geldi: Bir gün okuldaki bir çöpte okulun herkese verdiği bilgisayarların kutularını gördüm. Çöpte bilgisayarı tutan yeşil plastikten yapılmış köşelikler ve adaptörlerin kutuları vardı. Diktdörtgen prizma olan bu kutuların bir kenarında iki tane de delik vardı. Sanırım parmağınla kolay çıkarabilesin diye ama dürbün gibi görünüyorlardı. Mercek takıp, içine ışık yerleştirip saydam bir baskı kullanarak bunlardan sahte dürbünler yapabilirim diye bir düşünce vardı aklımda. Sonra kutuları kessem, büyütsem derken… Öyle oldu işte. Biriktirmenin faydası…

Şener: Projeksiyondansa bunun daha iyi olduğunu düşünüyorum. Bir de karşıdaki bir apartmana bakarak yaşayan insanlar olduğumuz için "Bizi anlatıyor" diyebiliyorum hemen. Bir de bu işinde de, farklı eşyalardan yaptığın "Batan Geminin Malları" da bana çok eğlenceli gelmişti. Metinleri, şekilleri… Oyun oynamayı çok seviyorsun galiba.

Özgür: Mizahi bir yan belki. Bir de malzemeyle uğraşma hevesi. Gelişen bir şey. Benim için de çok yeni bir hal aslında, iki yıllık bir süreç aşağı yukarı.

 

 

Çalışma Pratiğine Dair…

Çağrı: Aslında biraz seni de irdelemek istedik. Bu tarz işler nasıl bir kafadan çıkıyor? "Abi deli misin, niye böyle şeyler yapıyorsun?" değil tabi. Genel olarak işlerinin çerçevesinde bakarsak, seni anlamak açısından, işlerin nasıl oluşuyor?

Özgür: Sokakta dolaşırken bir şeyler ilgilmi çekiyor çoğu zaman. Genel olarak tüketimle alakalı malzemeler ya da durumlar oluyor. Alarmlar mesela. Aslında o kadar görünür ki, delilik gibi bir şey. Belki de normalleşiyor olması delilik olan. Söz konusu güvenlik şirketinin sitesine girip reklamını izleseniz oradaki adamın seslendiği insan ben değilim dersiniz ama öyle olmuyor malesef.

Bir yandan ilginç gelen çeri çöpü topluyorum. Mesela bir sünnet davetiyesi buldum, duvarımda asılı. Ona bakıp düşünüyorum. Kare şeklinde bir davetiye,  köşelerinde üçgen şeklinde maşallah yazıyor. Lacivert bir fonun üzerinde yaldızlı noktalar var, yani uzay boşluğu. Maşallah'ların altındaki kesiklere daha küçük bir kare yerleşiyor, ve buradada kiminki, nerede, ne zaman kesilecek gibi bilgiler yer alıyor. İnanılmaz bir yaratıcılık… Ben de "Bunu nasıl kullanırım?" diye düşünüyorum bakınca. Ya da yolda bir dinlenme tesisinde bulduğum kağıtla kaplanmış küp şekerlerin üstlerinde "Haz Küpü" yazıyor. Bununla neler yapabilirim diye düşünüyorum. Şekerin kağıt içinde olması, bir sürüm olduğunu ve bunun paketlenmesi gerektiğini gösteriyor. Seri üretim, turizm, temizlik sapkınlığı bir arada. Ama adı Haz Küpü.

Çağrı: Daha çok buluntu nesneler üzerine gidiyorsun.

Özgür: Genel bir eğilim. Galiba resim, heykel gibi bir eğitimim olmayınca biraz toplamaya doğru yönelmiş oldum. Ve tabi sokakta çok fazla çöp oluyor. Atılan şeyler bedava… Çok kolay gözden çıkarılıyor işe yarayabilecek şeyler. İnsanlar birşeyleri attıktan ya da sattıktan sonra bunlar başka anlamlar taşımak üzere bir nevi özgür kalıyorlar.

Çağrı: Tüketim toplumu hali, kolay gözden çıkarılması… İnsanları para harcatmaya yönlendiren çevresel ve sosyal durumları da işlerine bağlıyor musun?

Özgür: Bu durumlarla ilgili malzemerler kullandığım için bağlıyorum diyebilirim. Özellikle TOKİ kataloğunu kullandığım iş "Gündüzleri" böyle… (Bu iş için de Turistler'dekine benzer bir yol izledim.) TOKİ tam olarak hızlı tüketimle alakalı. Milyonlarca insan aynı şekilde üretilmiş konutlarda oturuyor. Kayaşehir denen yerde oturan insanlar, iki senedir oradalar ve mutlular. Belki ileride de mutlu olacaklar ama on sene sonra ne olacağını bilmiyoruz. Türkiye'nin her yerinde öğrenciler aynı binada okuyor. Devasa tek bir okul gibi. Mesela çevrenin ormandayken şehircilik bakanlığına geçmiş olması müthiş bir durum. Çok net anlatıyor çevreden anlaşılanın ne olduğunu… Dertlerini anlatmak için ürettikleri malzemelere bakınca çok zengin bir dünya açılıyor insanın önünde, azıcık dikkatli bakınca da asıl dertlerini açık ediyorlar. TOKİ kataloğu, belediye dergileri gibi malzemelere bakmak bu yüzden cazip geliyor.

Atlagan'ın duvarında asılı olan sünnet davetiyesi

 

Kaba-Hat'a Dair…

Şener: Yakında Kat Malikleri Toplantısı serginiz oldu. Yeni bir sergi olacak mı?

Özgür: En son KABA HAT'ın Ankara'da düzenlediği OSTİM'deki Mesai Saatleri Dışında sergisi oldu. KABA HAT on kişilik bir grup. Yaklaşık bir sene önce birbirimize iş gösterip bunlar üzerine kafa yormak için toplanmıştık. Ardından galeri ve küratör gibi aracılar olmadan nasıl hareket edebiliriz sorusu doğrultusunda hareket etmeye karar verdik. Şu ana kadar birkaç hamlede bulunduk, bunları yakında kaba-hat.com'da paylaşacağız. Aslında benim için, şu an en heyecan verici şey KABA HAT. Şimdi Kadir Topbaş ve Melih Gökçek için bir anıt yarışması düzenliyoruz.

Çağrı: İşler gelmeye başladı mı yarışma için?

Özgür: Henüz gelmedi. Facebook'ta duyurduk sadece. Yakında duyurusu Skop'ta çıkacak. Üniversitelerin bazı fakültelerine de afiş asacağız. Başvuruların yoğunluğuna göre mekan bakacağız. Benim en çok istediğim sergi mekanı Taksim Metro istasyonundaki sergi salonu. Orası güzel olabilir diye düşünüyorum.

OSTİM'deki sergiye gelince Onur Ceritoğlu ile ortak bir iş yaptık. TOKİ'nin en standart kat planını alıp buna uygun paslanmaz çelik cetveller yaptırdık. Bu cetvelleri kullanarak ham A4 ebadında kağıtları dörder kişilik iki grubun oturup üretim bandı gibi sırayla kesebileceği bir masa yaptık. Bir de stampa yaptırdık, kat planının çizgileri olan. Bunları kullanarak kağıtları tek tek kesip üst üste koyarak minik bir bina çıkmaya başladık. Sergiye gelenler de bize katıldılar.

KABA HAT olarak İstanbul dışında sergiler yapmaya devam edeceğiz gibi görünüyor. Yakın bir ihtimal Alanya olabilir mesela. Büyük bir çoğunluğumuz İstanbul'lu değil ama burada yaşıyor. Kimin nerede ne imkanı varsa öncelikle bunu değerlendirmeye çalışıyoruz. Tabi OSTİM veya benzeri bir yerde sergi yapmanın iyi düşünülmesi gereken yanları var. Bizim orayla ilişkimiz nedir sorusu üzerine düşündük? Kısa süreyle bir yerde bulunmak orayla çok kısıtlı bir ilişki kurmamızı sağlıyor, sergiden önce bunu tartıştık hep. Niye oraya gidiyoruz? İstanbul'dan ithal edilmiş sanat mı olacak bu sergi? Oradaki, OSTİM'deki insanlar, çalışanlar, atölyesi olanlar gelecek mi? Yoksa sadece tanıdıklar mı gelecek? Sonuçta neredeyse sadece tanıdıklar geldi ama sergiyi yaparken anladım ki bunu kendimiz için yapıyoruz. İstanbul'da anlamsızca yoğunlaşmış sanat dünyasının, piyasasının bir şekilde dışına çıkabilmek için.

Bir de bu yoğunlaşma, birikme biraz da kısır geliyor. Müzik için konuşuyorduk mesela, Fikret Kızılok gerçekten bir yıldızmış. Turneye çıktığı zaman her şehirde  kalabalıkla buluşabiliyormuş. Ya da 60'lardaki başka müzisyenler. Ama şimdi dinlediğimiz, sevdiğimiz gruplar bunu yapamıyor. İstanbullu bir grubun başka bir şehirde çalabilmesi için önce bu müziğin ait olduğu kültürün orada örgütlenmesi gerekiyor. Yoksa kimse gidip dinlemez bu grupları. Bizim için, çağdaş sanat için de bu böyle. Bu ayrışma çok açık… Mekanlar için de geçerli bu. Salt'ı konuşuyorduk, hesapta bu kurumun kütüphanesi herkese açık ama öyle olmadığını hepimiz biliyoruz. Çünkü oraya girecek insanlar belli, ve bu tüm mekanlar için geçerli. Herkes Salt'ın ne kadar iyi etkinlikler düzenlediğiyle ilgileniyor ama kimse mekanın bu konumuyla ilgili birşey söylemiyor. Saltı'ı örnek veriyorum çünkü aralarında işini en ciddiye alan gibi görüneni o ve bir yandan da memleketin ilk zincir sanat kurumu. Biraz abartırsak barış içinde yaşayamamızın sebebini, Salt'ın kütüphanesinin herkese açık olmamasında arayabiliriz. Bunun üstesinden gelmek gerekiyor. Bu da mekan için mücadeleyi gerektiriyor. Sanatçıların mekanı ele geçirmeleri gerekiyor.  Bunun iyi bir örneği yakın zamanda Ankara'da açılan TORUN. Paylaşmak ihtiyacından doğan bir mekan, prestij hırsının ön ayak olduğu bir atılım değil.

Çağrı: İlk sayıda Shelflife diye bir çalışma paylaşmıştık. Dünya kadar bilginin ne kadar ulaşılabilir olduğu ile ilgiliydi o da. National Museum ya da dijital pek çok arşiv internetten değil, binaya girmek bile imkansız.

Özgür: KABA HAT'tan birkaç kişi Ankara'da devlet arşivlerine gittik. Herkese açık. Ama devlet neyi isterse onu koyuyor. Zaten son 30 senenin belgeleri açık değil. Aramaya Dersim yazdım mesela, çok fazla şey var güya. Çoğu oradaki komutanların raporları tabi hepsi devlete zeval vermeyecek belgeler. Zaten girişteki "Sözde Ermeni Sorunu" başlıklı vitrin de yer alanlar bu durumu berraklaştırıyor. Yani binaya girsek de birşeye ulaşamıyoruz aslında. Arşivde ilginç gelen birşeyi paylaşayım; İzmir Fuarı'na bakıyordum, bir telgraf çıktı karşıma: "Fuar zamanı İzmir'de alkol satışı yeterli olmadığı için fuar alanında kadehli içki satılmasına izin verilsin." gibi birşey. Altında da Gazi Mustafa Kemal'in imzası var. Bulduğum en magazinel şeydi. Devlet arşivleri denen şey bir bakıma devlet magazini. Belki adam akıllı araştırma yapmak özel izinle mümkün oluyordur.

Toparlamak gerekirse mekanlara muhtaç olmamak lazım. Kariyer basamakları'nı tırmanır gibi İstanbul Modern'e çıkmak…  Böyle kaygıların olmayacağı mekanların artması lazım. Mekanlar kurmak, böyle ihtimalleri düşlemek lazım. İstanbul'un dışına çıkmak da bunun bir ayağı gibi geliyor bana. İnsanalara sanatı götürmek, çok saçma bir ifade oluyor ama "Ne yapıyorsun?" diye sordukları zaman verdiğim cevap sadece İstanbul'da anlaşılıyorsa bir terslik var demektir. Başka bir şekilde paylaşmanın yolunu düşünmek, düşlemek gerek.