Zamanın Varlık Olarak Fotoğrafa Yansıması

#24
Selim Süme
Hakkında

Fotoğraf var olabilmek için zaman ve mekana ihtiyaç duyar. Fotoğrafın oluşması için öncelikle bu iki olguya karar verilmesi gerekmektedir; nerede ve ne zaman çekileceği. Fotoğraf, mekanın ve zamanın dışa vurulmuş bir temsilidir ve bu özelliği ile temel bir öneme sahiptir. Makinenin kabiliyeti sayesinde objektifin önüne geçen her şeyi yansıtan ve ele geçiren (capture) fotoğraf, dokümantasyon için en etkili metotlardan biridir. Aynı zamanda fotoğraf dokümante edilen varlığın kanıtı kabul edilmektedir. Bu sebepten dolayı gerçeklik ile ilişkisi en güçlü araçlardan biridir. Fotoğrafın zamanla olan ilişkisi ilk bakışta kolay anlaşılır gibi görünse de oldukça karmaşıktır. Yapısal olarak zamana ihtiyaç duyan fotoğraf, zamanın muğlaklığı karşısında ikircikleşir.

Zaman kavramı için Aziz Augustinus "Hiç kimse bana sormadıkça onun ne olduğunu biliyorum; fakat bir sorana onu açıklamak istediğimde, bilmiyorum." demiştir (1).

Zamanın kolaylıkla tarif edilemediği bu kaygan zeminde fotoğrafı okumak için Fransız filozof Henri Bergson iki türlü zamandan bahsetmektedir; süre ve mekansallaşmış zaman. Bergson zamanı tanımlarken, günlük hayatta kullandığımız zaman kavramıyla, gerçek zaman kavramlarını birbirinden ayırır. Gündelik hayatımızda kullandığımız homojen ve fiziksel zaman, hareket aracılığıyla ölçülmektedir. Bu zamanın pratikteki faydaları göz ardı edilemez, ancak Bergson'un çalışmalarında bunun hiç bir önemi yoktur. Zamanın ölçülebilir olduğuna inanmaz, gerçek zamanı sezgisel bir tecrübe olarak  tanımlar ve "la durée - duration", "le temps vecu - lived time" diye isimlendirir (bundan sonra "süre" olarak kullanacağım). Süre, doğrudan doğruya bir bilinç fonksiyonudur. Bilincimiz ara verilmeksizin devam eder. Sen dursan da zaman sana doğru gelir ve bilinç buna tanık olur. Gerçek zaman, bölünemez ve ölçülemez, yalnızca bireyin çıplak süre bilincidir. Gerçek zamanı ölçmeyi, ateşi bıçakla kesmeye benzetir. Süre algısıyla meydana çıkan bireysel bilinç, bir anahtardır. Homojen ve fiziksel zaman hareket ile ölçüldüğünden mekana ihtiyaç duymaktadır. Süreyi ise mekansal ilişkilerden bağımsız olan iç yaşantının bir formu olarak tanımlar. Zaman ilk önce iç dünyamızın devamlılığına eş değerdir. Sürenin anlaşılması için bazı metaforlardan faydalanır. Bunlardan en akılda kalanı bir melodinin içsel olarak kavranmasıdır. Bir melodiyi dinlediğimizde onu, içindeki notalara parçalamadan bir bütün olarak algılarız. Bizim yaptığımız bu bütünleştirme içsel olarak yaşadığımız süre sayesindedir. Bergson sürenin ancak sezgiyle anlaşılabileceği kanaatindedir. Aksi halde tek tek notalar bize melodi hakkında bir fikir vermeyecektir. Ona göre fotoğrafın kimyasal-sayısal olarak ortaya çıkabilmesi için parçalara ayırdığımız "zaman", bir zaman değil mekandır ve bunun için "mekansallaşmış zaman" kavramını kullanmaktadır. Gündelik hayatta zamanı bilincimize ait olguların geçtiği, homojen bir araç olarak algılarız. Bu şekilde düşünülen zaman "mekansallaşmış zamandır". Bergson'a göre muhafaza edilebilen hatıralar, bir anı yansıtırlar (buna snapshot- şipşak der) ve hareketi değil, hareketin sonucunun kaydını tutarlar. Hem zaman, hem de mekanın ürünüdürler. Geçmişten geleceğe doğru uzamakta olan süre, mekanda nerede iz bırakırsa, işte orada zaman hem görsel, hem de ölçülebilir olur; zaman mekansallaşır. Bizim zamanın parçaları sandığımız şey aslında mekan parçalarıdır. Zamanı sembolize eder, simgeler, temsili haline gelir fakat onu oluşturmazlar. Zamanın mekansallaşması iki yönlü bir mekanizmadır. Bir yandan zamanın, kendinin dışlaştırılmış temsili olmak için mekana ihtiyacı vardır. Öte yandan, zamanın mekansal temsilleri –şipşaklar- bu şekilde adlandırılabilmek için süre bilincine ihtiyaç duyarlar. Bergson bu durum için "gerçek zaman olmasaydı, nokta sadece bir nokta olurdu, an olmazdı. Enstantane, dolayısıyla iki şeyi içerir, gerçek zamanın devamlılığı (süre) ve mekanlaşmış zaman.  Bu mekansallaşmış zaman, gerçek zamanın üstünden seker ve orada an ortaya çıkar" der (2).

Bu iki zaman olgusu fotoğrafı oluşturmakta ve bakan gözün fotoğrafı okumasında etkili olmaktadır. Fotoğraf izleyicisi bir fotoğrafa baktığında iki farklı zaman algısı yaşar. Birincisi fotoğrafçının seçmiş olduğu enstantane süresi (bu fotoğrafın hareket netliğini etkilemektedir), ikincisi çekilmiş olduğu dönemin (yılın, ayın...) bellekteki iz düşümü ile ortaya çıkan tarihsel okuma, yani bakan gözün deneyimlediği süre içindeki değerlendirmesidir. Bu psikolojik okuma fotoğrafçının, fotoğrafı çektiği zamanı günümüze bağlar. Barthes'a göre fotoğraf, geçmişi şimdide temsil etmeye yarayan tuhaf bir kapasiteye sahiptir. Bu anlamda fotoğrafın temsiliyeti sadece yapısından kaynaklanmaz, bakan gözün hayat deneyimine, yani fotoğrafa bakarken hafızasından kopup gelen bilgi ve hatıralara da bağlıdır.

Fotoğrafta alımlama ve okuma aynı anda yapılır. Fotoğrafın bizatihi gerçeği yansıttığına inanıldığı varsayıldığında; örneğin bir hayvan veya ateş fotoğrafı, tek tanrılı dinlerden önce Tanrı olarak algılanabilecekken, tek tanrılı dine inanların gözünde başka bir okumayla karşı karşıya kalacaktır. Bu okuma, zaman içinde tecrübe ettiğimiz ya da tecrübe edenlerden öğrendiğimiz veya erkin öğrenmemizi istediği bilgiler ışığında bir anda bilincin dışında hafızamızdan koparak gelir ve algımızı şekillendirir.

Fotoğrafın tarihsel gerçek olma iddiası da vardır. Zamanın bir kesitini içinde barındırır ve bu kesit sayesinde tarihe tanıklık eder, yaşanan olayların görüntülerini kayıt altına alır ve görsel tarihin oluşmasına katkıda bulunur. Fotoğrafın bu gücü ona kolektif bir zaman oluşturma imkanı verir. Zaman tarihsel olarak okunmak üzere fotoğrafın üstüne yansımıştır.

***

Henri Bergson'a göre hafıza bir hatıralar deposu veya eski eşyaların atıldığı bir çekmece değildir. Hatıraların saklanması ve çağırılması, şu veya bu hatıranın, çekmecede saklanmış bir şey gibi, hafızada önce saklanıp sonra çıkarılması değildir. Çünkü bir şeyi hatırlamak, hatıralar deposuna girip, geçmişe gitmek değil, hatırlanacak o şeyin kendiliğinden kopup gelmesi ve şimdiki hâl ile bütünleşmesi demektir.  Bu bağlamda fotoğrafın zamanla ilişkisi kaygan bir zemine oturmaktadır. Zamanı tanımlamanın zorluğu burada da fotoğrafı anlamlandırırken karşımıza çıkmaktadır. Zaman fotoğrafın üstünde, suyun üstünde seken bir taş gibi sekmiş ve bir iz bırakmıştır. Bu sekmenin fotografik olarak en doğru anını seçme edimini Henri Cartier Bresson "karar anı" olarak adlandırır ve bu anın oluşma aşamasını beynin, gözün ve kalbin bir olayı hedeflemesi olarak dile getirir. Bu an fotoğrafa karakterini verir.

Roland Barthes fotoğrafçının seçtiği bu karar anından sonra fotoğrafa bakan gözün deneyimlediği-bulduğu bir punctum'dan sözeder. Barthes "Punctum, studium'u kırar (ya da deler) bu kez onu arayıp bulan ben değilimdir. Bu öğe sahneden yükselir, bir ok gibi dışarı fırlar ve bana saplanır. Bir fotoğrafın punctum'u beni delen o kazadır." der (3). Studium ile açıklanan ortak alan delinmiştir ve punctum hiç bir ortak dille, tarihsel, sosyal, kültürel göndermeyle açıklanamaz. Bir başka açıdan, fotoğrafçının seçtiği bu karar anında, zaman mekansallaşır ve fotoğrafa yansır. Bu anda geçmiş, şimdi ve geleceği görebiliriz der Barthes. Bu an tüm hikayeyi içinde barındırabilir. Ancak punctum, fotoğrafa bakan kişinin deneyimlediği psikolojik bir olgudur. Bu yüzden kişiden kişiye göre değişecektir. Bu bağlamda karar anı ile fotoğraftaki punctum birbirinden ayrışmaktadır. Karar anı fotoğrafa yansımışsa da hikaye izleyici tarafından yeniden kurgulanmakta ve punctum ortaya çıkmaktadır.

***

Gerçeklik zaman kadar derin bir olgudur. Genel anlamıyla, "var olan her şey" demektir. Zamanda ve mekanda yer kaplayan her şey gerçektir. Var olan her şeyin düşünceden bağımsız olarak var olması gerekmektedir. Ancak bilimde, dinde ve felsefede farklı tanımları da mevcuttur. Bireyin yaşadığı dünya hakkındaki görüşü gerçekçidir. Fiziksel nesneleri algılayan insan bu nesnelerin başkaları tarafından da aynı şekilde algılandığını ve kendisinden bağımsız olarak da var olduklarına inanır.

Görme algımız da gerçekliği tanımlamadaki en önemli algılarımızdan biridir. Ancak anlık görmeler yaşamayız. Bu yüzden algımız geçmiş deneyimlerimizi ve gelecek beklentilerimizi de içerir.  John Berger "Görme konuşmadan önce gelmiştir. Çocuk konuşmaya başlamadan önce bakıp tanımayı öğrenir. Ne var ki başka bir anlamda da görme sözcüklerden önce gelmiştir." der (4). Bir şeyi gördükten hemen sonra, aynı zamanda kendimizin görülebileceğini de fark ederiz. Bu bağlamda görme arkaiktir. Dil öncesi dönemden gelmiştir. İnsan evladı dünyaya geldiğinde henüz ben olgusu oluşmamıştır. "Ben" Lacan'ın ayna evresi diye tabir ettiği evrede oluşur. Aynadaki görüntümüz ile anneden ayrı ve görünen bir varlık olduğumuzu öğreniriz. Bu evre aynı zamanda benzeşmeyi de öğrendiğimiz evredir. Aynadaki görüntümüz ile benzeşiriz. Bu benzeşmenin farkında olan insan, derinliğin olmadığını ve daha çok yanılsamasını seyrettiğinin farkındadır. Fred Ritchin "Fotoğraf, içinde neredeyse tıpkısı gibi, iyi bir doppelganger (Çift-gezer, Kuzey Avrupa mitolojisi ve folklöründe insanların kötücül ikizi, kötü talih göstergesi olan tıpkısı) barındıran, Truva atı gibi örtülü, gizli bir araca sahiptir; hem bir bitiş hem de bir büyütmedir." der (5).  

***

Tüm sanat dallarındaki aktarım göz önüne alındığında, ortaya çıkan eserin temsil ve hikaye anlatma gücü ile benzeşimsel yanlarından dolayı fotoğrafa en yakın sanat disiplini resimdir. Bu yüzden fotoğrafın alımlanması başlangıçta resmin mirası üzerinden gerçekleşmiştir. Ancak resim kısıtlı sayıda ressamlar tarafından üretiliyorken, fotoğraf makinesinin küçülmesi ve kolay ulaşılabilir olması ile fotoğraf, resimden farklı olarak herkesin üretebileceği-deneyimleyebileceği bir araca dönüşmüştür. Zaman kuramı açısından fotoğrafın en önemli özelliği, şimdiki zaman ile yüzey üzerinde oluşan görüntünün üst üste çakışması, eş zamanlılık ilkesine dayanmasıdır. Fotografik görüntü, nesneden yansıyan ışığın duyarkat (film/sensör) yüzeyinde oluşturduğu fiziksel etki sonucunda ortaya çıkmaktadır. Öte yandan resim söz konusu olduğunda, fotoğraf örneğinde olduğu gibi tek bir andan söz etmek mümkün değildir. Resmin ortaya çıkış süreci, ardarda sıralanmış anların biriktirilmesiyle oluşur. Fotoğrafın ortaya koyduğu bu eş zamanlılık sayesindedir ki,  insanlar vizörden görünen görüntü ve ortaya çıkan fotoğrafı deneyimleriyle karşılaştırılabilmektedir. Ortaya çıkan bu benzeşim, fotoğrafın gerçeğin bir yansıması olarak algılanması sonucunu doğurmuştur.

Resim gerçeği yansıtma çabasını fotoğrafa bırakmış ve bu fotoğrafın ana amacı haline gelmiştir. Ortak algı da bunu doğrulamaktadır. Fotoğrafta görünen görüntüdeki fiziksel gerçekliğin düşünceden bağımsız olarak var olduğu kabul edilir. Fotoğraf bir kanıttır. Fotoğraftaki o nesne kesinlikle var olmuştur. Bu yüzden fotoğraf ve gerçeklik ilişkisi, birbiri içine geçmiş ve fotoğrafın alımlaması ve okunmasında başat haline gelmiştir.

Zaman ve mekan fotoğrafın var olması için gerekli olan, aynı zamanda fotoğrafın gerçeklikle ilişkisini de temellendiren olgulardır. Var olmanın içinde, şimdiki zaman vardır. Bir şey vardır dediğimizde şu andan bahsederiz. Heidegger'e göre zaman elle tutulamaz fakat bir şeyin olması için temeldir. Var olmanın anlamıdır.  

Fotoğrafın gerçeği yansıtma görevi zaman içinde çeşitli fotoğrafçılar tarafından sorunsal haline getirilmiş ve kurgusal gerçeklikler oluşturulmuş ve fotoğraflanmıştır. Bu tarz fotoğraflarda gerçek artık gerçek değil kurgudur ve fotoğrafın gerçeği göstermesine alışık olunan toplumda fotoğraf yalan söylemeye başlamıştır. Fotoğraftaki bu göstermenin yanında, güçlü bir şey söyleme isteği bulunuşundan beri var olmuş ancak genel fotoğraf algısını değiştirememiştir. Dijital fotoğraflar üretilmeye başlanması ile manipülasyon kolaylaşmış ve algı değişmeye başlamıştır. Fotoğrafın bir yazılım sayesinde kolayca manipüle edilebilmesi tecrübe edilmiştir ve algı hızlıca değişmektedir. Özellikle moda ve tanıtım fotoğraflarında bu kabul edilen bir noktaya gelmiştir. Haber fotoğraflarındaki kullanımı ise korku ile seyredilmektedir. Fotoğrafın kanıt, delil olma niteliği sorgulanmakta ve gün geçtikçe fotoğraf- gerçek arasındaki ilişkide çatlaklar meydana gelmektedir.

***

Fotoğrafı alımlamada ve okumada, mekanın ve zamanın fotoğrafın üstünde bıraktığı izlerden yararlanırız. Bu izler, dökümantasyon amacı güden öznel, sosyal belgesel fotoğraflarda veya haber fotoğraflarında çok net iken, bazen sanatçılar tarafından bilinçli veya bilinçsiz olarak flulaştırılabilir. Bu seçim fotoğrafın okunmasında büyük bir kırılma yaratır. Bu tarz üretimlerde fotoğraf, zamanı ve mekanı yansıtma görevini gerçekleştirmekte, ancak okunmasında zaman ve mekan muğlaklaşmaktadır. Böylece fotoğrafçının üstünde durmak istediği kavramın bizatihi kendisi de, alımlama ve okumada etkisini arttırmaktadır. Fotoğrafı tanımlamak isteyen bakan göz, hayat deneyimlerinden edindiği bilgilerle anlamlandırmakta zorlandığı fotoğrafa bakarken bir an için bilinç havada asılı kalır. Bu havada asılı kalma anı hayal ile hakikat arasında bir boşluğu işaret eder.

Fotoğrafın üzerine yansıyan zaman algısı onun gerçeklikle kurulan bağını güçlendirir. Tarihsel okuma alışkanlığı ve isteği olan insan bu sayede kendi ölümünü kabul etmiştir ve beklemektedir. Heidegger'e göre fotoğraf, ‘dasein'imizin geçiciliğine işaret eder. Ölüme doğru gidişimizin dışavurumsal temsilidir. Bu gerçeklik ihtiyacı ve görüntüyü anlamlandırma çabası fotoğrafın alımlanmasında ve okumasında bir kısıtlama yaratmaktadır. Fotoğrafı sadece bir anlatım aracı olarak okumak, deneyim ve duyuları sınırlandırmaktadır. İçeriğin baskınlığı (zaman ve mekan) ve izleyicinin onu tanımlama çabası biraz azaldığında ise, ortaya çıkan arafta olma hali yeni bir alımlama ve okumaya imkan vermektedir.

Fotoğrafa bakan kişinin bilinç dışı, fotoğrafı anlaşılabilecek bir biçimde soyutlama eğilimindedir. Böylece daha önce deneyimledikleriyle benzeştirebilir. Bu zamanı ve hayatı anlamlandırmak, parçalara bölmek, haritalandırmak, tanımlamak ve ehlileştirmek ile eş değerdir. Bu sayede kendimizi korumaya almış ve soru işaretlerini ortadan kaldırmış oluruz. Fotoğrafı alımlarken ve okurken iki şeye odaklanırız; fotoğrafın lineer tarihsel zaman izdüşümündeki yerini tespit etmek ve mekanı coğrafi olarak tanımaya çalışmak. Bunlar fotoğrafın gerçeklikle olan ilişkisiyle doğrudan ilintilidir. Bu bağları kurabilirsek fotoğrafın içeriğini çözer, anlamlandırırız. Aynı zamanda fotoğraf kolektif bir zaman oluşturmak için çok önemli bir araçtır. Bu sayede tarih, kanıt niteliğindeki imgeler sayesinde yazılır.

***

Fotoğrafta zaman algısını azalttığımızda (varlığı ve izi fotoğrafta mevcut olsa bile, alımlamada belirleyici etkin bir özelliği olmaması durumu) gerçeklikle kurduğumuz bağ gerilmeye başlar ve bu tansiyon bize fotoğrafı deneyimlemede yeni alanlar açar. Bilinçli olarak, fotoğrafın ontolojik bağlamda ihtiyaç duyduğu zaman ve mekanda kaymalar yaratılması ile, fotoğrafın alımlama ve okunmasında bir boşluk yaratılabilir ve bu deneyim sonucunda insanın "saf düşünceyi" harekete geçirebilme ihtimali ortaya çıkar. Burada söz konusu edilen şey, insanın fotoğrafa yabancılaşmasının olanaklarından yararlanmayı öngören sanatsal bir yaklaşımdır. Bu sayede fotoğraf gerçeği yansıtma, temsil etme zorunluluğundan sıyrılarak resimselleşir, tarihle ilişkisine yeni bir boyut açar ve fotoğrafa bakma deneyimini özgürleştirir.
 

Kaynaklar

Aziz Augustinus; 2010, İtiraflar, İstanbul, Kabalcı

Bergson, Henri; 2002, Key writings, Londra, Continuum

Barthes, Roland; 2000, Camera Lucida, İstanbul, Altıkırkbeş

Berger, John; 2002, Görme Biçimleri, İstanbul, Metis

Ritchin, Fred; 2012, Fotoğraftan Sonra, İstanbul, Espas