Gemisini Kurtaran Kaptan

#07
Nazif Topçuoğlu
Hakkında Diğer Yazıları

"Gemisini Kurtaran Kaptan", Nazif Topçuoğlu'nun baskısı yapılmayan kitabı "Fotoğraf Gösterir Ama…"daki eleştiri yazılarından biri. Topçuoğlu'nun izniyle, Orta Format'ta yayında.

Topçuoğlu, uzun zamandır yeni yazılar yayımlamıyor. Öte yandan, tarihler/isimler değişse de yazdıkları geçerliliğini koruyor.  Bu, tarihin tekerrür ettiğini mi; yoksa Türkiye'de fotoğrafta ve sanatın varlık nedeni biz insanlarda hiç bir değişiklik olmadığını mı gösterir, merak konusu.

 

Gemisini Kurtaran Kaptan

"Lafla peynir gemisi yürümez" (Atasözü)

 

1.

Titanik gemisinde bir fotoğrafçı olup olmadığını bilmiyorum, ama bir, hatta birkaç tanesinin bulunduğunu tahmin etmek yanlış olmaz sanırım. Bildiğiniz gibi, o kadar eğlence, lüks, ihtişamla yan yana olmak genellikle insanların ‘kaydetmek' ve ‘kaydedilmek' arzularını canlandırır. Onlar, ne kadar iyi yaşadıklarının ve ne kadar çok eğlendiklerinin kanıtı olarak görsel belgelere sahip olmak isterler. Böylesi bir talepten faydalanmak amacı güden fırsatçı girişimciler de hemen ortamdaki yerlerini alırlar. Düğün salonlarındaki gibi, ‘Titanik Fotoğrafçılığı' pozisyonu sanırım ihaleyle falan satılıyordu. Her neyse, muhtemelen, neticede bu ihaleyi kazananlar başarılarından pek memnun kalmamışlardır, ticarette batmak (!) da var çıkmak da. (Bu örnekten mutlaka bir biçimde ders alınabilir, ancak bunun nasıl bir ders olacağını şu anda kestiremiyorum.)

Birçok Oscar Ödülü kazanan Titanic filmini görmemiş uygar dünyadaki birkaç kişiden biri olduğum için, olayın film versiyonunda fotoğrafçı sorunsalının nasıl yansıtıldığını bilemiyorum. (Duyduğum kadarı, sadece bir sahnede yaşlı bir hanımın değerli bir mücevherinin anakronistik biçimde renkli bir fotoğrafı görülüyormuş, olayın geçtiği 1915'lerde renkli fotoğraf pek yaygın kullanılmıyordu da…) Filmde fotoğrafçı rolünde biri var mıydı? Yani balık etindeki Kate Winslet ve erkek güzeli Leonardo di Caprio geminin burnundaki o garip ve garip olduğu kadar da ünlü spastik pozu sadece film kameralarına mı veriyorlardı, yoksa mizansen içinde bu poz bir fotoğrafçıya mı yönelikti? (Gene öğrendiğime göre, aynı pozu günümüz turistik gemilerinde taklit etmeye çalışırken denize düşüp hayatlarını kaybeden oldukça çok sayıda insan varmış!) Her ne hal ise, daha önce başka yazılarda değindiğim gibi, çoğu kez kendi yaşamlarımızı bile başkalarına nasıl görüneceğimizi düşünerek "sahneliyoruz". Bunun büyük bir sorumlusu da paparazzi eğilimli fotoğrafçılar.

Sabitlenmiş görüntüler zamanla kendilerine verilenden fazla, niyet edilenden ötürü, simgesel değerler kazanıyorlar. Bu yüzden, bence her gündelik görüntüyü kolaylıkla sabitleştirivermemizi sağlayan, önce Kodak, sonra da özellikle Leica ve benzeri taşınabilir fotoğraf makinelerinin icadı insanlığa yapılmış önemli kötülükler arasında geliyor. Hiç değilse bir ‘teknik kamera' ile hem öyle zırt pırt fotoğraf çekemezsiniz, hem de bunu ‘çaktırmadan' yapmanız pek olası değildir. (Bir analoji, saklanması kolay olmayan uzun namlulu tüfekler ve saklanabilir tabancalar için yapılabilir; ABD'deki en mert ve geleneksel kovboy mizaçlı delikanlı silah-severler, tabancayı korkak ve kalleşçe bulur, uzun namlulu tüfeklere sahip olmanın geleneksel kültürde arazi ve mallarını korumak isteyen herkesin doğal hakkı olduğunu ileri sürerler. Tüfek evde, çiftlikte malı korumak için bulundurulur, insanın üzerinde taşınmaz, giysilerin altında saklanmaz; bu yüzden filmlerde falan uzun namlulu silahlarını gizlemek isten racon dışı kötü kovboylar Marlboro stili diz altında pardesüler giyerler.)

 

2.

Oldukça hareketli geçmeye namzet yeni mevsimin başlangıcında beni bu yazıyı yazmaya yönlendiren, "Türk Fotoğrafı" üzerindeki kısır tartışmaların yeniden piyasaya sürülmeleri oldu. Bu çabaların durgun yaz aylarına hareket kattıkları ve can sıkıntısını gidermeye yönelik oldukları ileri sürülebilirdi, ancak artık kış geliyor; üretim zamanı. Ne yazık ki bu gevezelilerde fotoğrafımız üstüne yeni bir şey söylenmiyor, dar bir sanat (yoksa zanaat mı?) anlayışı ve sınırlı fotoğraf bilgisiyle birtakım içleri boşalmış -fakat kimi kulağa hoş gelen- bildik klişeler can sıkıcı bir buyurganlıkla yinelenip duruyor.

Sanat herhalde irrasyonel bir uğraş olarak görülemez, sonuçta o da iletişimin bir türüdür. Dolayısıyla sanatsal amaçla bir iş ve söz üretirken kime hitap ettiğinizi de az çok düşünmeniz gerekir. Kim ne derse desin, bugün Türkiye'de bilgisayar kullanan, yabancı dil bilen, sınırlarımızın ötesindeki uygarlıklarla ilgilenen, kendi cinsel deneyimlerini az çok özgürce yaşayan eğitimli ve çağdaş bir kuşak yetişiyor.

Bu insanların yirmi otuz yıl öncesinin çocuklarından bile çok farklı beklenti ve talepleri var. Onlar kendilerini yetiştirmek, yeni şeyler öğrenmek ve başarmak istiyorlar. Aslında zamanında gene Batı'dan araklanmış ve şimdi de "geleneksel" oldukları ileri sürülen kimi de-mode kalıpların hayal gücünden yoksun taklitleri, anlamsız slogan ve tekerlemeler onlara yetmiyor; belki de bu yüzden sürekli! Batı'ya bakıyorlar. Ne de olsa (ne yazık ki?) sürekli değişim ve yenilik hep o taraftan çıkıyor. Hele şu internet çağında yeni bilginin dolaşımı da özellikle hızlı oluyor. Memleketimizdeki zaten kokuşmuş geleneksel öğretim yöntemleri değişimin hızına ayak uyduramıyor.

Görünüşe bakılırsa, ben de, isteksizce de olsa bir ucundan ‘muhabbet'e katılmaya zorlanıyorum. Böylece ortalık az daha şenlenecek, genç kuşaklar da halimize bakıp hoşça vakit geçirecekler! Aslında onlar pek bilmezler, güzide Türk Basınında bu tür tartışmaların, ‘pehlivan tefrikası' gibi, aylarca süren örnekleri çoktur. İnsanın aklına Peyami Safa'nın Nazım Hikmet ve Aziz Nesin ile, Aziz Nesin'in de Çetin Altan ile olan "kalem kavgaları" geliyor. Yakın zamanda da Mehmet Barlas ile Emin Çölaşan suç unsuru taşıyabilecek hakaretlere varan tartışmalar içine girmişlerdi. Fotoğrafla ilgili olarak da Sayın Gültekin Çizgen ile rahmetli Şahin Kaygun arasında 1980'li yıllarda, dar fotoğraf çevremizde oldukça ilgi ve tebessüme neden olan bir atışmadan söz edebiliriz. Çoğu kez basında yer alan bu tür karşılıklı yazışmaların, hem katılan tarafların -varsayılan- şöhretlerini, hem de "satışı" arttırmak amacı güden danışıklı bir dövüş olduğu ve bu nedenle yapay biçimde uzun sürdürüldükleri de rivayet edilir. Sonuçta burada söylenenleri kimse pek de ciddiye almaz, işin kötüsü tartışmanın tek biçiminin bu olduğu sanısı uyanır. Fotoğrafla ilgili olarak da, kirli paranın iyi parayı kovması kuralında olduğu gibi, daha anlamılı, bilgiye ve gerçek düşünceye dayanılan sözlerin edilmesi yadırganır hale gelir. Bazen tartışma gerçek kavgalara, küsüşmelere ve kalp kırılmalarına yol açar; bence konuyu o kadar ciddiye almamak gerek, neticede önümüzde yapacak çok iş var. Umarım bu seferki atışmalar, mesela uzun namlulu tüfekler ve saklanmış tabancaları da içeren bir düelloya dönüşmez; zaten Çetin Altan'a bakılırsa bizde düello geleneği yoktur, pusu kurdurup ‘arkadan vurdurma' daha yaygındır.

Neyse işte, kendimi böylece bir bardak suda kopartılmak istenen bu fırtınanın bir parçası olarak bulmak aslında pek hoşuma gitmiyor, diğer taraftan arada sırada saçmasapan tartışmalara girmenin de eğlenceli bir yanı olduğu olduğu yadsınamaz. Gelecek kuşaklar, eğer gelirlerse, bu yazıları okuyup memleketimizin uygarlığının nasıl baki kaldığına şaşıracaklar, onları şaşırtabilmek de beni sevindirecek. Bir yandan da bir nevi ‘deşarj' olma söz konusu. En iyisi fazla uzatmayayım.

 

3.

Bu yazıya başladığım 17 Ağustos 2000 tarihinde, Titanik olayının bin beteri yerel bir facianın meşhum yıldönümünde kısaca değinmek istediğim ‘Sakallı Celal'e atfedilen "Doğu'ya giden gemide Batı'ya koşanlar" benzetmesi. Valla bana sorarsanız içinde bulunduğumuz mecazi geminin Doğu'ya falan gittiği yok! Daha çok, atıl bir vaziyette akıntı nereye  sürüklerse oraya gidiyor gibi. Bu ataletin muhtemel nedeni, ya yakıtı bitmiş ya da yelkenlerinin ipek, ibrişim ve atlastan yapılabilecekken, her nedense (belki bürokrasi nedeniyle?) zamanında bitirilememiş olması. (Ayrıca böylesine pahalı malzemelerin kullanılmasının pratikte bir kazanç getirmediği, salt ekonomik ve işlevsel açıdan bakılınca derin bir israfı tanımladığı da açık!) Diğer taraftan, kaptan ve şürekasının endişe dolu, gergin ve alıngan tavırları; birbirleriyle sürekli kavga etmeleri ve hemen sinirlenip saldırgan olmalarına bakılırsa, belki de gemi bir yanından yavaş yavaş su almakta ve muhtemelen batıyor da, sanki bizim bu gerçeği görmezden gelmemiz isteniyor. (Titanik su almaya başladığıktan sonra, bir yandan insanlar can havliyle yetersiz sayıdaki kurtarma sandallarına koşuştururken, gemi orkestrasının hüzünlü melodiler çalmayı sürdürdüğü anlatılır. Oldukça düzenli ve disiplinli bir biçimde kadınlar ve çocukların bu sandallara bindirildikleri bilinmektedir. O sırada batmakta olan geminin orkestrasında çalmayı mı tercih ederdiniz, yoksa size yer bulunmayan sandalların peşinden koşturmayı mı?)

"Batı'yor" ile "Batı'ya gitmek" arasındaki ses benzerliği tamamen rastlantısal mı, yoksa narin dilimizin oluşturduğu ve dünyamızın "düz" olduğunun varsayıldığı eski günlerde, Güneş'in de her akşam (Batı'dan) battığının zannedilmesinden mi kaynaklanıyor bilmiyorum. Her neyse, bu derin soruyu da Büyük Güneş-Dil Teorisini  icat edenler aydınlatıversin. Tabii ki aslında güneş batmıyor, dünya yuvarlak; insanlar güneşi batıyormuş gibi görüyorlar! İşte size görsel algımızın bizi kolaylıkla yanıltabildiğinin en temel örneklerinden biri! Bilindiği gibi fotoğrafçılık -ve özelikle sinema- da büyük ölçüde gözümüzün aldatılabilmesinden yararlanılır.

Günümüz, içinde bulunduğumuz geminin Batı'a m Doğu'ya mı gittiğini tartışmayı bir yana bırakıp, doğru dürüst iş ve bilgi üretilmesinin zorunluğu olduğu bir zamandır. Başka bir deyişle, yüzme öğrenmenin gerekli olduğu bir zamandır. Zaten geminin rotası gerçekten Doğu'ya olsaydı isyan çıkarıp idareyi ele almak gerekirdi, çünkü Doğu'da buzdağları bizi bekler. Birçok şeyin olduğu gibi, gemiciliğin de "kitabını yazmış" Batılıların bir sözü vardır, "Rotası olmayan gemiye hiçbir rüzgar fayda etmez." diye, kimbilir belki de memleketimiz fotoğrafçılığına en uygun analoji burada gizlidir. (sadece fotoğrafçılığa mı?)

 

Not 1.

Unutmadan, bir de "devlet sırlarının" -eski de olsa- düşmanların eline geçmesinden korkarak onlardan zamanında yardım istenmemesi nedeniyle 118 denizcisiyle ‘göz göre göre' batmasına ‘göz yumulan' Rus denizaltıaı konusu var, bu Batı/batmak meselesini tartışmaya devam edersek yakında ona da değinmek gerekebilir.

Diğer taraftan sanki bu kaza hiç olmamış gibi davranan ABD'li girişimci, ‘her şeyi olan' çok zenginler ve turizm şirketleri için özel denizaltılar üretmeyi sürdürüyor (özel uçaklar gibi). Silah taşımayan ve bu yüzden güvenli olan bu denizaltıların tanesi 20 milyon dolara satılıyormuş. Üstelik bunlardan Titanikvari poz verirken denize düşüp boğulma tehlikesi de yok! Denizaltıların kullanımındaki birincil tercih nedeni, besbelli turistlerin ve zenginlerin, büyük akrilik pencerelerden bakarak, bin feet (300 m.) derinlikte neler olduğunu görmek için duydukları dayanılmaz istek olsa gerek. Eminim, sayılarının yılda iki milyonu aştığı söylenen bu denizaltı turistleri, fotoğraf makinelerini de yanlarından eksik etmiyorlardır. 1985 yılında bulunan ve dalgıçların keşfine açılan Titanik enkazına da yakın zamanda denizaltılarla turlar düzenlenirse hiç şaşırmamak gerek.

Umarım sadece battığı için tarihte yer alan bu geminin şöhreti enkazının turizme açılmasıyla yok olmaz. O normal yaşamını sürdürseydi, bugün çoktan unutulmuş ve jilet yapılmış olacaktı. Titanik'in kolaylıkla gözle görülebilen bir kalıntısının olmaması, onu insanlığın kolektif belleğinde canlı tutuyor ve hayalgücünü çalıştırmaya zorluyor. Böylece konu her yıl büyüyen bir efsane haline geliyor. Çünkü merakımızı tatmin edecek elle tutulur gözle görülür belgeler az. Buna karşılık örneğin bizim depremin kalıntıları ve görsel belgeleri fazlasıyla somutlar. Hayal gücüne yer bırakmıyorlar, silinip tamir edildikçe de olayın unutulması kolaylaşıyor.

Bu nedenlerden ötürü korkarım ki 10-15 yıl sonra yeryüzünde ‘Titanik'i hatırlayanlar bizim depremi hatırlayanlardan fazla olacak, neticede konu bir "halkla ilişkiler" sorunu olduğu kadar somut verilerin hayal gücünü etkilemesiyle de ilgili. (2005 yılındayız ve şimdi, yukarıdaki 17 Ağustos referansımın size bir şey ifade edip etmediğini merak ediyorum!)

Bu noktada insanın aklına bir de geçenlerde kaptanı maç seyrederken batan Yunan gemisi geliyor. İşte, gereksiz merakın ve aşırı görsel iletişimin zararlarına başka bir örnek!

 

Not 2.

Bütün bunların arkasından, tekrar bahriyeli bir örnekle memleket gerçeklerini anımsamak isterseniz, Ahmet Altan'ın Sayın Cumhurbaşkanı'nın bir kararnameyi imzalamaması üzerine yazdığı, "Devlet, gemi ve şeytan" adlı yazısına bir göz atabiliriz. (Esquire, Ağustos 2000). Buradaki sahilde bekletilen ve suya sokulmayan gemi analojisi ilginçtir. Yapacağım uzunca bir alıntı neden daha fazla yazmak istemediğimi açıklar nitelikte olacaktır sanıyorum:

"‘Bu devlet hukuka uyarsa çöker' demek, karada duran bir gemiyi gösterip ‘Bu gemi suya inerse batar' demek kadar manasızdı ama kimse bu manasızlığı sorgulamıyordu. Suya girince batacak bir gemi gibi devlet de hukukun kenarında duruyor ve hukuka girerse batacağına inanıyordu.

Devlet hukuku uygulayınca elbette batmayacaktı ama ‘hak ettiğinden fazlasını isteyenlerin' iktidarı sona erecektı, bu açıkça söylenemediğinden ‘Devlet batar' denip Cumhurbaşkanı suç ortaklığına zorlanıyordu.

İşte bu noktada çatışma şiddetlendi……. Bir gemi gemiyse suda yüzmeli, bir devlet devletse hukuka uymalıydı."

‘Devlet' yerine ‘Türk Fotoğrafçılığı'nı, ‘Hukuk' yeribe ‘Batı'yı koyup bir de öyle okuyun. İşimiz zor; çok çalışmak, öğrenmek ve üretmek gerek.

 

Bu yazı, 2000 yılında Geniş Açı Dergisi'nde yayınlanmış, ardından 2005 yılında yayınlanan "Fotoğraf Gösterir Ama…" kitabında yer almıştır. (Sayfa 55-60, Yapı Kredi Yayınları, Ağustos 2005)