Bu Dünyadan Bir John Berger Geçti

#22
Örsan Karakuş
Hakkında Diğer Yazıları

Günlerdir birkaç anlamlı cümle kurabilmek için çabalıyorum. Söz konusu isim John Berger olunca, insan bir anda kendini kocaman bir ormanın içinde kaybolmuş gibi hissediyor. Aslında beni içten içe asıl tedirginliğe iten bu ormanın içinde kaybolma korkusu değil; böyle bir insan aramızdan ayrıldıktan sonra, herkesin sanki sözleşmiş bir biçimde, söz söyleme zorunluluğu varmış gibi bir dürtüyle yazıyor olduğu gerçeğiyle yüz yüze kalmamdı.

Gerçek hayatta yollarımızın kesişme ihtimali ne olabilirdi ki John Berger'le? Sanırım içimi bir parça rahatlatan ona bir mektupla dahi olsa ulaşma ihtimalimin çok düşük olması ve benim de bu gerçeğin farkında olmamdı. Diğer yandan Şener'le konuşurken onun "Meraklanma, zaten o yaşarken de sık sık hatırlanan, ismi mutlaka bir noktada anılan, hatta kimi zaman abartılı bir biçimde referans verilen bir ustaydı." demesi de rahatlamamda epey etkili oldu sanırım. Bu bakımdan da hak ettiği saygıya ve ilgiye ölümünden sonra değil, hayattayken fazlasıyla mazhar olma şansına erişebilen nadir insanlardan biri. Bu yüzdendir ki bu yazı da Berger'i yaşarken nasıl gördüğümüze, bize verdiklerine dair bir teşekkürün, beslediğimiz saygının kendi kişisel tarihimize de bir not olarak düşülmesi sayılabilir.

Görünür olanla, ama özellikle fotoğrafla ilerleme kararı aldığımda tanıştığım ve o zamandan beri dirsek temasını koparmamaya özen gösterdiğim biri John Berger. Bazı kitaplarını ya da kitaplarından parçaları birden çok kez okudum ve her okuyuşumda, zorlamadan akıp giden sade dilinde yeni bir şey keşfedebilmenin keyfini sürdüm. 2002 yılında yine çok sevdiğim Sebastiao Salgado'yla birlikte hazırladığı Spectre of Hope adındaki 50 dakikalık bir röportaj-belgesel-söyleşi birleşimi bir programda Salgado'yu tanıttıktan sonra kendini sadelikle:

John Berger:

İngiliz,

Mesleği: Yazarlık,

Eğitimi: Resim,

Şeklinde tanıtıp hemen ardından şu cümleyi ekliyordu: "Gördüklerimi sözcüklere dökmeye çalışıyorum.".

Doksan yıllık ömrün ve yarım asrın ötesine uzanan bir kariyerin tek cümle ile bu kadar sade, açık ama ciddi bir biçimde anlatılabilmesi gözüme garip bir biçimde hoş geliyor. Bütün hayatını "görme" edimi ve ona bağlı olan her şeye adamış olan bu adam, en sonunda bunu da kendine mürekkep yapıp sözcükleri arkasına alarak anlatmış ve körelmiş bu uzvun varlığını insanlara yeniden hatırlatmaya çabalamıştı.

Daha beş yaşındayken dünyayı izleyip, onun eşitsizliğinin farkına vardığından bahsediyor John Berger. Annesi, onu gelecekte okula gönderebilmek için şekerleme, bisküvi ve çikolata yapıp satarak para kazanmaya çabalıyor. Bir anısında, bir adamın gelip iki parça çikolata almak istediğini, annesi ücreti söylediğinde parasının çıkışmaması üzerine mecburen geri dönüp gittiği zamanı anlatıyor. "Elbette ne annemi ne de parası çıkışmadığı için adamı yargıladım." diyor ve ardından gülerek ekliyor "Karl Marx'la tanışmayı bekliyordum yalnızca.".

John Berger, komünist parti ya da benzeri oluşuma hiç dâhil olmamış olsa da kendini hep bir Marksist olarak adlandırmıştı ve bu yalnızca bir söylem ya da bir okumalar sonucunda alınmış bir karar değildi. Neredeyse kırk yıl boyunca yaşadığı Fransız Alplerindeki Haute-Savoire'de, köy yaşamının içindeydi ve köylülerle birlikte toprakla çalıştığını, elinden geldiği kadar da onlarla aynı işleri yapmaya çabaladığını anlatıyordu. Bunu yaparken insan emeğinin öneminin, gücünün farkındaydı. Çünkü 16 yaşında, hala İngiltere'de yaşadığı dönemde, yakın çevredeki bir kömür madenine girmiş, oradaki işçilerle bir gününü geçirerek onları izlemişti ve bunun kendisini ne kadar içten etkilediğini söylüyordu. İnsan emeğinin ham haliyle karşı karşıya kalmıştı; emeğe duyduğu saygı genç yaşında iyice perçinlenmişti. Öyle ki, bunlarla harmanlanan hayatı, yıllar geçtikten sonra onu Yedinci Adam'ı hazırlamaya ve göçmen işçilerin öyküsünü gözleyip anlatmaya itmişti. Yedinci Adam'da hiçbir yere ait olamamış göçmen işçilerin öyküsünü; onları asla küçük görmeden, derin bir empatiyle, sade ama asla basite kaçmayan bir dille anlatabilmeyi nasıl başardığını böylece daha açık biçimde görüyoruz.

Kendine meslek olarak çizdiği yol olan yazarlık, elbette çok geniş bir alan ve bu alanda Berger'in öykücülüğünden, romancılığından, şairliğinden, eleştirmenliğinden, yorumculuğundan ayrı ayrı bahsedilmesi mümkün. Çünkü biz onun görme üzerine düşüncelerine bakıyor olsak da G gibi Booker ödülünü almış bir kurgusal roman da vermiş biri. Diğer tarafta İngiltere'de oyunlara da ilham vermiş başka öyküleri mevcut ve bunların ardında da -doğrudan olmasa da- görüsünün gücünü fark etmek çok olası. Bu yazın tarafının yanı sıra, kendi kendine yetişmiş bir ressam olduğunu ve daima fırçasının, pastellerinin ya da kaleminin elinden düşmediğini, bu tutkusunu asla bırakmadığını biliyoruz. Ama bütün bunları sırtlayan en önemli şey; ölümünden kısa bir süre önce verdiği bir röportajın başlığını da oluşturan ve onunla ilgili hazırlanan bir belgeselde (The Four Seasons in Quincy) sarf ettiği bir cümle belki de:  "If I'm a storyteller it's because I listen." Gerçekten de görme üzerine anlattığı her şeyde güçlü olan bu hikâye anlatıcılığı olgusu, ‘görünen'/'görme' ile ilgili olanın ardına bir hikâye yerleştiriyor olmasından kaynaklı ve görüneni bunlarla okuması, onu herkesten farklı bir yere yerleştirebilmişti. Yine 2015'te yayınlanan yazılarından derlenen Bir Fotoğrafı Anlamak'ta da buna tekrar tanık olabilmiştik.

John Berger'in bahsettiği dinleme hali, bizim bildiğimiz nitelikte bir pasiflik içermiyor. Bunu mutlaka daha ileriye götürebilmek ve izleyici olmaktan çıkıp kendini o hayatın içine dâhil etmek şart oluveriyor. En önemli çizgiyi buraya koymak gerekiyor bu yüzden. Yıllar sonrasında bile canlılığını hiç yitirmemiş; taşıdığı ilgiyi, merakı ve samimiyeti ortaya koyan gözleriyle; izleyen, görme duyusunu hep canlı tutan ve hayatın o an'ının içinde olana sıkıca tutunan bu adam ancak böyle anlatıcı olabiliyordu.

Berger'in ‘görünür' olana, görmeye dair olan bu tutkusu, onu ilk elden bizlerle tanıştıran, uzaklardan taşıyıp bizlere getiren yegâne sebep elbette. 16 yaşındayken zulmün, işkencenin yuvası, "bir totaliter rejim minyatürü" dediği ve çocukluğunun büyük çoğunluğunu geçirdiği yatılı okuldan kaçıp kendini kurtardığında; üniversiteye gitmemeyi tercih edip kendini gerçek anlamda hayatın ortasına atıvermiş, bir yandansa bu süreçte tutkusu olan resim üzerine kendi kendini yetiştirmiş.

Doğduğumuz andan çok kısa bir süre sonra bütün ışığa ve parlaklığa alışan gözlerimiz, uykumuz haricinde neredeyse aralıksız çalışarak,önümüzde akıp giden hayatı, anlık olup biten küçük enstantaneleri, görüş alanımıza giren objeleri vs. toplayıp duruma analiz edilmesi ya da saklanması için beynimize aktarır. Ama bu bilinçsiz bilgi toplama hali, bir refleks olmanın ötesine pek de gitmiyor. Bazı günlerse bir anlığına dahi olsa bilinçli bir biçimde o güne kadar göremediğimiz bir şeyi yakalamayı, kavramayı başarıyoruz. Defalarca baktığımız boş bir çay bardağı, bir sandalye, belki bir havlu, yamuk veya ters duran bir terlik, yolda yürüdüğümüzde hep yanından geçtiğimiz bir büstün/heykelin yüz ifadesi, bir el, hatta belki de tanıdık bir yüz; aşina olduğumuz ama o an'a kadar hiç göremediğimiz bir şeyleri saklar. Bu küçük kazalar sayesinde hem görme ile, hem de gördüklerimizin öyküleriyle de tanışırız. Bu öyküyü bazen kendimiz yazar, bazen de bıraktığı işaretlerden keşfederiz.  İşte Berger, bunun farkındalığıyla çıkıp geliyor ve bu uyuyan bilincimizi dürtüklüyor. İmgelerin bize sunulma şekillerinden başlıyor ve bize sesleniyor; artık bakmayı bırakıp görmemizi, en azından bunun için çabalamamızı salık veriyor. Bu ilk anda kulağa çok basit geliyor.  Ancak yüzleşme şansını yakaladıkça bunun güçlüğünü anlamak bir parça mümkün olabiliyor. Sosyal medyanın gücüyle oluşan imge yığılımında, medyumun her çeşidinin bakışlarımızı felce uğratabildiği bir dönemi kenara bırakmak zor gelebilir. Ama bu hissiyatın daha çözümlenmediği, hatta o günlerde adının bile konulmadığı 1970'lerde ilk kez yayınlanan Görme Biçimleri; 70'lerin imge üreten mecralarından Rönesans'a kadar, mümkün olan her şeyi ele almaya çabalayarak insanlara "yalnızca bakıp geçmeyin, görün!" diyen bir çağrıyla yola çıkmıştı. Hatta bu çağrı kendi alanında öyle bir etki bırakmıştı ki, birçok tartışmayı da ateşlemişti.

On binlerce yıldır pek çok alanda ürün veren insanlığın, görme yetisini her geçen dönem biraz daha köreltmesini ve görünür olana dair uyuşukluğunu bir parça olsun yumuşatacak, kırıp açacak bir konuma gelmesi hiç de kolay olmamalı. Bugün görsel alanda bir şeyler üretip bir şeyler anlatmaya çalışan bizler dahi bu yetimizi uyuşukluktan kurtaramıyorken, yalnızca izleyici olan ve belki de görünür olanla bilinçli hiçbir teması olmamış insanın Görme Biçimleri'yle tanışmasının bıraktığı etkiyi ve potansiyel değişimi sanırım ancak tahmin edebiliriz.

Bunca sözcük elbette yaptığı, çaba gösterdiği şeyleri özetlemeye yetersiz kalıyor ama zaten amacım da onu anlatmak, sıradan bir uğurlama yazısı yazmak değil; ona dair bir merak ya da bu meraka dair bir işaret bırakabilmekti. Son yayınladığı kitabı Hoşbeş'i biz daha yeni okumuşken, o çoktan bir sonraki için çalışmaya başlamıştı bile, inatla yüzmeye devam ediyor, motoruna yeniden binebilmenin özlemini kuruyor, aynı hevesle üretmeye devam ediyordu. Dayanaksız optimizmi tamamen reddeden, ama umudun karanlıkta parlayan bir ışık olduğuna inanan John Berger'e kulak vermek ve umuttan vazgeçmemeye çabalamak en doğrusu. Bu bir ölüyü uğurlama değil, beslememiz gereken bir ağaç bırakan bir güzel insana bakarak örülmeye çabalanmış bir teşekkür, bir saygı duruşu.

Berger, sevgilisiyle gömüldüğü an'ı ve sonrasını canlandırır zihninde ve ekler: "İç içeliğimizi böyle imgeleyişimin, yalnızca kalsiyum fosfattan oluşsa da huzur verici olması da garip. Ama öyle; seninle olduktan sonra kalsiyum fosfat olmanın bile yeteceği bir yer düşünüyorum."