Sır

#23
Umut Yıldırım

Sözlerimin serbestçe takdir edilmesi koşuluyla, dayandığım delil ve ölçüleri açıklayabilirim.

Yukarıya evrilen kara dikdörtgen koridorun iki yetişkin ayaklık dik merdivenlerinden peşi sıra çıkarken, soluğumun kesilmesine her zaman yapabileceği gibi müşfik bir saç okşamasıyla dahi cevap veremeyecek ölçüde çürük et karası bir endişeye gömülmüş bir gölgenin, korkmamamı salık vermesi, pekâlâ delil sayılır! Gömük gölge. Hayt. gölg. e. Hahhayt gölge. Huyt.

Hahahahah hah ha hayt gölgeymiş! Kalbinin seri atışından, büyümüş göz bebeklerinden ve tütün kokulu nefesinden biliyorum ben; gölge mölge yok. Gövdeli ve bir hayli genç bir babam o, ve söylediğine göre, kaçıncı kez taşındığımızı artık unutmuş olduğum için hangisi olduğunu hatırlayamadığım mütevazı kiralık evimize hırsız girmiş.

Girer. Hep yapıyor bunu. Her seferinde, kapalı olması gereken daire kapısının darp edilmek suretiyle kırıldığı yerden kara koridora inen ışık, hissi bir delile dönüşüyor ve babama "hırsız girmiş" dedirtiyor. Babam önce gölgeleşiyor, sonra göz bebeklerine bir şeyler oluyor. O her gölgeleştiğinde, yakın geleceği görebilen bir tepegöze dönüşebilmemden mütevellit, ikimizi ve hırsızı bekleyen yarım saatin biz tarafını nasıl geçireceğimizi üç aşağı beş yukarı kestiriyor olmanın verdiği avantüre aç bir bıkkınlıkla, sırt çantamı öfleyerek omzumdan yere atıyorum. Şunlar olacak: Babam çantamı yerden alacak, beni elimden tutacak, gergince gülümseyerek "gel tatlım" diyecek, hızlı ve kesik adımlarla beni binanın dışında güvenli bulduğu bir yere götürecek ve buyurmadan, rica etmekle salık vermek arası bir kesik tısla, bekle soracak. Kaşlarımı çatacağım; dolayısıyla beklemeyi, yani bekletilmeyi hiç sevmem. Babam binaya girecek, sonra da dairemize. Hırsız yoksa, bıraktığı noktaya dönerek beni bulacak. Hırsız varsa, onu kahramanca evimizden atması gerekiyor.  

Yıllar içinde, babamın hırsızı evimizden atabileceğinden iyice emin oluyorum çünkü, şimdi düşününce, o zamanlar otuzlu yaşlarının başında olan civanım Cem, Akira Kurosawa filmleri izlerken ağlayabiliyor. O, levreğin içine defne yaprağı toplar, yasemin döller, manolya hayranı, limonperver yeknesak bir arı-Samuray! Kara kodur, kark, k ara kol, ka ra ko ri do run dik merdivenlerinde susuz kalasıca hırsız, kiminle kakarşılaşacağını bilseydi, hiç bizim eve girmeye yeltenir miydi? Hiç. Orası öyle de, ya Samur Cem'in yardıma ihtiyacı varsa?

Bir kere dışarıda dolayısıyla beklemekten sıkılıp, evlerimizden birine ardı sıra girmeye kalkmıştım. Yukarı doğru uzayan merdivenlerin ucundaki kırık kapıdan aşağıya yansıyan huzmeden geçerek hırsızları evimizden atmak üzere ona omuz vermek için kapıda dikilen tepegöz kızını gördüğü anda, yıldırım hızıyla onu kapıp, dört nala aşağıya inen babamın, ki bana bağırmamıştı, performansımdan olumluca etkilenmediğini kavramış olsam gerek ki bir daha bekleten ricasını kırmadım ve binalara dalmadım. Sonuçta kendi başının çaresine bakabilmesi gerekiyor. Onu hep kurtaramam, takdir edersiniz.

Beklerken ve babamın hayatının henüz ne onun ne de benim erdiğimiz erken olgunluk döneminde Kurosawa'ya gönülden bağlanacağı bilgisi dışındaki bu tür şeyleri düşünürken, onun gergin ve davudi sesiyle uyanıp, fikir dünyamdan sıyrılıyorum. Endişeden kurtulmuş bir gülümsemeyle, endişeden kurtulmuş elini, sıkılmaktan sıkılmış saçlarıma yumuşak bir hareketle uzatırken buluyorum onu. "Hırsız gitmiş ciğerim" diyor. Çak! Çantamı yerden alıyorum, o beni kucağına alıyor, boynuna sarılıyorum ve evimize giriyoruz.

Hırsızlar bir şey de götürmüyorlar evden ki, göçer ve bireylerden oluşan üç kişilik tepegöz bir aileyiz biz; seyir halindeyiz, bir malımız bir mülkümüz yok. Gerçi tepegözlerimiz çıkmadan evvel gelen gidenimiz çok olurdu, pipo tartışılırdı, kitap içilirdi, yüksek sesle gitar ve saz neşelendirilirdi, kahkaha çokça atılırdı; artık gelmiyorlar da neyse. Özelliklerimizin ve özel eşyalarımızın olduğu ve fakat çalınmaya değer bir malımızın olmadığı da doğrudur. Bu hırsızlar ayı bacaklarını evimize sokup, eşyalarımızı kırıp dökmekten başka bir eyleme de girişebilmiş değiller.

Kim bu hırsızlar ve bizden ne istiyorlar?

[Az pişmiş ürün fazla sır alır.]

[Sırın öncelikle hangi bünyeye, hangi sıcaklığa ve hangi atmosfere göre hazırlanması gerektiğinin bilinmesi önemlidir.]

[Bazik sır: RO, RO2{PbO, Na2 O, K2 O, Li2 O, BaO, CaO, MgO, ZnO, SrO}] Uzaktan kumandayla gıdıklamacılık oynuyoruz. Dokunmak yok, konuşmak serbest. Dokunmadan gıdıklıyoruz. Yerde tepinirken "ya yapma baba"layarak kahkahalarla gülüyorum. Üzerimde müthiş bir tesiri var Samur Cem'in, isterse beni çişimi kaçırana kadar güldürebilir. İsim de takip duruyor. Ö ZÜ en favorim; Ööööööööööö zü! şeklinde söyleniyor. Sonraki yıllarda çok deneyen oldu ama orijinal tonu bilmedikleri için eksik kaldılar, eksik olmasınlar. Sonra sabah kahvaltısında kızartılacak ekmekleri yaktığım için Kömürcü Mustafa Efendi diyor mesela; çok sürmedi. Rusların yaptığı artistik buz patinajına Rus patajı dememden sonra pataj olarak anılmışlığım var. Kuru fasulye yediğimde akabinde gelen gazlı pozisyonlarıma atıfla Özika-honorika-valentinika-tatata! diyebiliyor.

Yüzünden gözünden laubalice orak çekiç çıkarmayan, ölçülü bir Sovyet sempatisi var. Önceleri sadece edebi ve felsefi bir merak olduğunu düşünüyordum (okumayı çok sever). Ta ki her sosyalistin evladına aldığı İnsan Nasıl İnsan Oldu? kitabı bana da alınana kadar. İlkokul birinci sınıf olabilir. Beş yaş civarı amuda kalkarak bir şeyler okuyabilen bir şahsın, yedi civarı materyalist felsefeyi idrak etme yaşı gelmiştir tabi. Kaldı ki efil efil antropolojik bir ön tedrisattan geçmişim. Örneğin, işçi amca, işçi teyze, sınıf, burcuva, devrimci, patron, kominiks, anarşiks, emperyaliks, sendika, fablika, loplantı ve adil paylaşım gibi şeylerin ne demek olduğunu, sadece militanın gösterge zincirinde işgal ettikleri yerden dolayı değil, deneyimden biliyorum. Saçlarına fön çektiren ve oje süren kadınların davamızı sattıklarının çoktandır farkındayım; o kadar ki, tam o yaşlarda beni saçlarına fön çektiren güzel annemin üstüne salyalı bir "burcuva!" hırlamasıyla yürüten makus militan kaderimi, daha sonra, mis kokulu Beyoğlu sahaflarından Debussy ve Schnittke plakları toplarken, Mümtaz ve Nuran'ın aşkına hislenirken, düşmüş ve kabuklu erkekliğinden hiç hazzetmesem de C'nin ayak izlerini Kumbaracı Yokuşu'nda ararken, puslu Londra kafelerinde dönüşümlü olarak Begonã Aretxaga, Ahmet Hamdi, Jacques Prévert, JH Prynne ve Audre Lorde okurken, midyeyi beyaz şaraplı, levreği ada erikli pişirirken, hem dantele hem de brüt müziğe âşık olurken, bulutlara bakarken, işbunları yaparken, aldıracağım.  Demem o ki, eşyanın tabiatında yoksa, yassılaştırıcı keskinlik insanın üstünde sakil duruyor. Dolayısıyla, çoğu sosyalistin katledilmekten, hapsedilmekten, işkencede sakat bırakılmaktan, militanlıktan ya da asap bozukluğundan çocuk doğurmaya fırsatı olmadığından dolayı, çocuğu olan az sayıdaki sosyalistin çocuğu gibi hatmetmem gereken İnsan Nasıl İnsan Oldu?'yu üç solukta hadım ediyorum çünkü aklım hep denizde, yarınartezyenkuyusuyapıcazoleyde, seksek, lastik, yakan top ve kukalı saklambaçta; aklım çok fena takık bir şekilde bu sene kiraz ağacına geç kalmadan dalmanın yollarını bulmayı tasarlamakta, trigonometri, geometri, Bilim ve Teknik'in mantık bulmacaları falan, böyle şeylerde; aklım bir karış havada. Şiir yazıyorum.

"Dökülen bu yapraklar niçin?

ya bu sonsuz acılar?

Özlemek seni niçin,

her gün bir kez daha?"

[Amfoter sır: R2 O3 {Al2 O3, B2 O3}] O halde, giderleri tıkanık bir melankoliyle flört etmekten saçları düğümük, yakası kolasız, önlüğü çıkartart, yedi yaşını devirmiş bir jötem olarak seziyorum; bunlar beni Ilin ve Segal'la başlatırlar, sonra evdeki o tuğla büyüklündeki –ova –evski kitaplarla canıma okurlar, estağfurullah Poulanzas'a falan hazırlarlar. Dünyalar iyisi uyanık annem, yavrusunu ters köşeli herhangi bir şeyden uzak tutmaya ant içmiş olduğu için kendisi ters köşeye yatmış bir panter vaziyetinde de, Samur'a bu konularda güven olmaz, atıverir kitabı önüne, Samur'dan geldi diye ilgiyle okuyabilirsin. Demek ki neymiş? Madem çok biliyormuş Samur, bu tuğlaları benden uzak tutacakmış. Militan bir kız çocuğuyum ben. Bacı, yoldaşın gönüllü ve açık bir biçimde sevişilemeyeniyse, çocuk da yoldaşın yoldaş olduğu çok şükür farkında olunamayanıdır. Önlem almalıyım, takdir edersiniz.

[Asit sır: RO2 {SiO2, SnO2, TiO2, ZrO2}] Özika-honorika-valentinika-tatata! Bu lakabı pek beğeniyor, çok uzun olmasına rağmen, hiç sıkılmadan tekrar edebiliyor. Tatata! kısmında kreşendoyla kahkahlıyor. Bir insan bu kadar mı eğlenir! Gülüp geçiyorum, çocukla çocuk olunmaz bildiğiniz üzere. Müsaade ediyorum bu keratalıkları yapmasına, çünkü tam olarak neden ve nasıl olduğunu anlamadığım bir biçimde çok çekti. Kara koridorun dik merdivenlerinden çıkarken kalbinin güm güm GÜM GÜMM atmasından bu kanıya varmış olabilirim. Hem hırsızlar gelince göz bebeklerine bir şeyler de oluyordu; bahsetmiştim. Gözüm üstünde Samur'un; o fark etmiyor ama onu korumam gerektiğini çok iyi biliyorum. Dolayısıyla, gözüm üstümde.

[Sırlarda kullanılan hammaddelerle birlikte, sır bileşimine giren farklı metal oksitler vardır. Bu oksitler sıcaklıkla birlikte sırın gelişimi esnasında, sır içinde farklı görevlerde bulunurlar.]

[Camlaştırıcı: SiO2, B2 O3] Hrrr hrrrrr harh h h h h haaaarrhhhh rıh rıh rıh hhh h. Gölge koşuyor çok süratli. Dar bir caddenin sağ tarafına boylu boyunca konuşlanmış bir şeker fabrikasının yüksek ve tepesi cam parçalarıyla kaplı duvarına sokak lambalarının yansıttığı portakal rengi ışık, duvarın isli karasına karışıyor. Samur koşuyor, hhhhhrrr haaarh hhhr nefesliyor, kesik kesik, dokunamıyorum kara gölgesine; koşan gerçekten Samur mu, yoksa gölgesi onu ele mi geçirmiş, anlayamıyorum. Aynı Samur gibi görünüyor siluet. Atletik bedeni, favorileri, siyah saçları, İspanyol paça koyu kahverengi kumaş pantolonu, boğazlı kazağı ve kadife ceketinin kollarından uzayan biçimli uzun parmaklı elleri. Samur bu! Emin olamıyorum. Samur bu! Koşuyor. Babamın arkasından birileri koşuyor. Samuhhhr hh haaarhg koşuyor, diğerleri peşinden tok tok rapraplıyor. Samur kaçamıyor ama yakalanmıyor da!

[Ergitici ve kararlılık sağlayıcı, sırasıyla: Na2 O, K2 O, Li2 O, PbO, B2 O3; CaO, MgO, BaO, Al2 O3, PbO, ZnO] Oysa o gün, büyüdüğüm işçi mahallelerinden birine geldiğinde polis ekibi, Samur'u Samur'a hiç yakışmayacak bir biçimde uzun kuğu boynundan bükerek ve kafasından baskılayarak ekip otosuna soktuğunda, Samur, senelerce peşimi bırakmamış koşu rüyasındaki gibi gölgeleşemedi, yakalandı. Kocaman butlu, kocaman göbekli, kocaman yaşlı kadınlar, ekip arabasının arkasından ve elleri bellerinde, öyle olmuş, böyle olmuş, şöyle olmuş, ah öyle mi olmuş, böyle mi olmuş, şöyle mi olmuş durumu değerlendirirken, bacağımda şort, elimde topumla önümü kesen vahvahçı kalçaların arasından parmak üzerinde görüş alanı yaratmaya çalışıyorum. Sonunda Samur'u görüyorum. İçim rahatlıyor. Kendisini, onu daha önce hiç görmediğim kadar mahzun ve mahcup bir biçimde ekip arabasının penceresinden bana el sallarken buluyorum. Elleriyle işaretler yapıyor, akşama geleceğim diyor, annem gelmeden beraber yemek yapacağız çünkü. O yemek yapıyor, bulaşıkları yıkıyor, ben de yıkanmış tabakları kuruluyorum ve uygun bir yere yerleştiriyorum; boyum mutfak dolabına henüz yetişmiyor.

[Matlaştırıcı ve opaklaştırıcı, sırasıyla: ZnO, TiO2, CaO, BaO; SnO2, ZrSiO4, ZrO2, TiO2] Aşk olsun Samur, ekip arabasının penceresinden, dur pencere bizi ayırıyor Samur, pencerenin arkasından, kuğu boynunu büken o dünyadan, bana niçin el sallıyorsun? Ben niçin seninle gelemiyorum? Hadi ben beklemeliyim ama çocuk mu kandırıyorsun Samur, şu şartlarda eve hiç gelemeyebilirsin, ikimiz de bal gibi biliyoruz.

[Kristallendirici: ZnO, TiO2, CaO, Cr2 O3] Yüzü griyle kireç beyazına çalan fidan annem geliyor, atmaya hazır bir keman teli gibi gergin, bütün bunlar bizimle hiç ilgili değilmişçesine, kadınları dinliyor; pardösüsünün altına giriyorum. Samur o gece gelmiyor, bir hafta kadar daha gelmiyor. Bir umutla Samur'u bekliyorum. Samur gelmiyor. Samur'u koruyamadım, gözyaşlarım içime kaçıyor. Samur sözünü tutmadı; boynum koca gövdeli bir palmiye ağacının dalına ağır gelince usulca yere inen yoğun yeşil yaprağı gibi bükülüyor. Biz artık iki ayrı insan gibi bir şeyiz Samur.

Sonra uzun parmakları yamuk oldu da

eğri büğrü çarpıldı çarpıldı

şeytan tırnaklarına girdi de

tırnak ruhunu sardı

dişleri etlerine çekildi de döküldü.

Sonra elleri düğüm oldu da,

koku çattı!

Sonra ayakları sürçtü çırrrşşşş çırrrşşşş yürüdü de,

nefesi kuşku soldu

parmakları hep hep sarardı

eter oldu eter,

Samur beter oldu.

Devrim düştü, babamı melankoli yedi. Kendinden geçirtmeyen, kendini kaybettirmeyen, kendine aşık bir acıyla hemdem oldu Samur, kalbi bu sunturlu acıdan başka bir şeyi istemez oldu. Melankoli Samur'a bir mıh gibi saplandı; pırıl çocuk, muhalif cin, asi oğlan kara safrasına âşık oldu. Safra kavurdu Samur'u kavurdu, yaktı, külünü yedi de tükürdü. Ve defneler kaçtı, yaseminler soldu, manolyalar pıştı ve limonlar sündü. Samur öfkesini herkese küstü.

Samur küstükten bir zaman sonra, hırsızlar evlerimizi talan ededururlarken, ilkokula başladım.  Eroinden on yedisinde ölen Erol, her cuma pişirdiği işkembeyle mahalle ahalisini sürgüne sevk eden annesi Nigar Hanım Teyze ve akşam ezanı sırasında küle bastığı için yüzünün yamulduğu söylenen kızı Melek Abla; alkolik polis eskisi ismini hatırlamadığım siksok amca ve muntazam bir biçimde dayak attığı karısı porselen pususu Çiçek Hanım Teyze; kocası Libya'da işçilik yaparken, mahallede kim var kim yok üç kuruş için kırıştıran üç kız bir oğlan annesi Mavi Hanım Teyze ve kızları fesat Hülya, kem gözlü Oya ve o aileden olması mümkün olamayacak bir şekilde okur ve zarif Nida; on numara Muzaffer Hanım Teyze'nin at suratlı, hep kitaplı akıllı kızı Selma Abla ve Selma'nın kardeşi gibi sevdiği dokuz numaradaki yedi çocuğun en büyüğü ve mahallenin üniversiteye giden tek kızı Pınar Abla; ikisi kız yedi çocuğu ha gayret tek başına büyütmüş, dünya cahili, ağa eskisi, prens kaşığı kocası tarafından Bayan Eli diye çağrılan, iki isyan kızı ve beş fraksiyonlu beş adamı iki odalı evinde birbirine düşürmeden büyüten nevresim âşığı Ayşe Hanım Teyze ki bir kızı kucakta hoplamaya kocaya kaçmış, öbür kızı isyanı hazlayıp devrimci olmuş; bunlar ve bunlar gibi bir sürü değere kucak açmış kadim bir İstanbul varoşunun sosyal meskenlerinde ilkokula gitmeye başladım. Arada telsizle birbirleriyle haberleşen ergen oğlanların güneşin altında koşturan bizlere stereo yayınla çaldıkları Orhan, Müslüm, Fikret, Eagles ve Chicago, iğde, erik, dut ve vişne ağaçlarının arasında koştururken derimizin altına işlerdi, sonra gelincik tarlalarında uçan atların üstünde havalanıp, havalanırdık. Kırık dökük evlerde yaşayan akşamcıların sofralarından kaçar, az ilerideki çingene mahallesine merakla burnumuzu sokar, tenimize işleyen bu arabeski kahkahalarla kusar ve müthiş keşiflere çıkardık. Şaşırmak kadar güzeli var mı? Her çocuğun serbest sokakları olmalı. İşte akıllar karışkare havada, yer çekimiyle sorunlu dizlerimizde sürekli yara, her şeye şaşırıp durduğumuz zamanlarda, Samur'u ve hırsızları unutuvermişim, bir on sene kadar.

[Sır çökebilir.]

Az yanmış ekmek dilimlerini bıçakla kazıyorum, Samur sofrayı hazırlıyor. Annem gazeteleri sakince çatıkkaşlıyor. Sürekli görüşen, iç içe, birbirimizin altında, üstünde, tepesinde, girift bir aile olmadık. Herkes alanında yaşar ve dolayısıyla beraber olduğumuz zamanlar, hele bir de güne yeni başlanan kahvaltı zamanıysa, çok kıymetli ve yoğun olabilir; bir örgüt toplantısına dönüşebiliriz. Son dönem politik konjonktürün değerlendirildiği, edebiyattan bahsedilen, çeşni olarak biraz dedikodunun yapıldığı, ki Samur altmış beşini devirdikten sonra gülerek dedikodu yapmayı öğrendi, çok mutluyuz, eve dair kararların tartışıldığı, kedi, köpek, bitki, ağaç ve insan sağlığına ve gelişimine dair önerilerin sunulduğu, eleştirilerin yapıldığı, kararların alındığı, yer yer sesin yukarı çıktığı, bazen ağlanılan, hep gülünen ve öpüşülen, her bir yeri sevgiyle, çok sevgiyle, tutkuyla hazırlanmış bir sofra örgütüdür. Ebeveyn evinde yemeği Samur yapar, başak burcu eşinin merdane burnunu çok ciddiye almadan, bence en güzel şeyleri hazırlar.

Annemin kapı ziline koşarken masanın üzerine bıraktığı gazetedeki habere göre, Abdullah Öcalan isimli bir şahıs Galatasaray'ı tutuyormuş; ne olacak yani, Türkiye'nin üçte biri bu hatayı yapıyor, niye bunun haber değeri var şimdi? Ekmeği kazırken, PKK ne baba diye soruyorum. Samur bana güdüselliğini gizleyemediği hayal kırıklığıyla karışık bir dehşetle bakıyor; yazıklar olsun diyor ortalığa, evet diyor bunu, ve masadan kalkıyor.

Böyle kalkmasına gerek yoktu çünkü Kürdistan ve Kürtçe ne demek daha evvel öğretmişti Samur. İlkokulda bölgeleri ve ülkeleri ayıran coğrafi sınırlar konusunu idrak etmekte güçlük çektiğim için kafamın allak bullak olduğu bir hafta sonu Samur'dan yardım istemiştim. İşimi hiç kolaylaştırmamıştı. Burası demişti, Güneydoğu Anadolu diye bir yeri göstererek, bir bölge, ülkemizde. Ama burası, bazılarına göre Kürdistan diye bir yerin kuzeyi.

Nefis! Ben zaten anlamıyorum sınırın mutlakiyetini, sen bu ateşli kargaşaya benzin dökmeyi ihmal etme, olur mu Samur!

- O zaman niye şimdi bu böyle çizilmiş, hep böyleymiş gibi yapılmış?

- Kolaylık olsun diye.

- Kolay olmuyor, benim kafam karışıyor. Hem öyle hem böyleyse niye sadece öyle? Kim çiziyor sınırları ve içlerini kim boyuyor?

- Sınırlar değişebilir.

- (Emperyalikslerin ve patronların bir şeyleri karıştırmış olduğunu hissetmeme rağmen konuyu karıştırmadan) E n'olucak o zaman şimdi?

- Referandum

- (Çak! Yeni kelime!) Nasıl oluyor o?

- Orada yaşayanlar isterlerse demokratik yollarla sınırları değiştirebilirler.

Önce aklıma yatar gibi oluyor. Demokrasiyi zaten biliyordum; işçilerin mutlu olması demekti. Biz çocuklar dışında ama sınıf arkadaşım Serkan Dal hariç çünkü o boyacılık yapıyordu, işbunlar dışında tanıdığım herkes çalışıyordu, annem de, anneannem de, Samur da, bildiğim bütün yetişkinler ya çalışıyor ya da iş arıyorlardı, dolayısıyla, bütün yetişkinler mutlu olacaktı. Ama Serkan Dal ne olacaktı? Denklemden hep bir şey düşüyordu. Peki, odaklanırsak, dünyadaki bütün canlılar bu sınırların içinde yaşıyorduk; kedimiz de, köpüşümüz de, anneannemin sardunyaları da, sınırları çizen ve içlerini kafalarına göre boyayan düş dünyaları dar insanlar da. Serkan Dal da. Şimdi, referandum eğer o sınırı sevmemişsek, mutlu olabilmek için onu değiştirmemizi sağlayan şeydi. (Gerçi Serkan Dal çalışmak istemiyordu, o halde onun çalışanları mutlu eden bir demokrasiyle ve onun referandumuyla alakası olmayabilirdi, dolayısıyla çalışmayanların ve çalışmak istemeyenlerin mutluluğuna ne olacaktı?) Of ama kafam almıyordu, durumum çok zordu! Dur dur, dur şimdi dur, Serkan Dal'ı düşünmezsek, (ama nasıl düşünmeyecektik, sıra arkadaşımdı, boya sandığı kayışından kolyegibisi vardı ve hiç boyaya gitmek istemez, fırçayı ŞRAK! yerde beş parçalamak isterdi), o zaman mutluluk, AH! KAFAM AĞRIYORKEN, bu hafta sonu ne öğrendiğimizi soran öğretmenimin sesiyle irkildim ve "referandum!" dememle birlikte o gün eve yollandım. Olsundu, çantayı atıp, yaz gelmeden antrenman yapmak için kiraza tırmandım.

Samur bozularak masadan kalkıp çayla dönene ve annem elinde sıcak ekmekle masaya gelene kadar geçen sürede hephiçime ne çarptı, bana ne dokundu bilmiyorum, kendimi tutamaz oldum:

Ö-        Beni Rezzan Ana'ya bırakmayacaktınız.

S-         Nasıl?

Ö-        Bana kızamazsın baba. Ben size kızabilirim.

S-         Pışşık! Niyeymiş efendim?

Ö-        Kızabilirim işte. İstesem kızarım.

S-         Ne varmış kızacak

Ö-        Var işte, istesem var…

S-         Rezzan Ana nerden çıktı şimdi?

A-        Canım, çok önemli çok güzel bir insandı. Biraz oportünisttir ama olsun.

Ö-        O eve bırakmayacaktınız.

A-        Özgür ne diyorsun?

Ö-        Taradılar orayı anne.

S-         Evladım ne diyorsun?

Ö-        Siz yoktunuz, faşistler taradı, evde bir tek Rezzan Ana ve ben vardık. Rezzan Ana beni masanın altına soktu da öyle kurtulduk. Beni ne uluorta yerde bırakıyorsunuz?

S-         Tanem ne diyorsun?

A-        Özgür, saçmalama Allah aşkına, böyle bir şey mümkün mü?

Ö-        Hem nasıl mümkün! Hem senin kabahatin daha büyük! O gün jandarmalar seni almaya geldiklerinde, beni içeride olaydan bihaber uyuyan Süheyla Abla'ya verip de kaçar gibi evden çıkan sen değil misin? Üstümde bir şey de yoktu! Süheyla Abla'yla koltuğun arkasına saklandık da kurtulduk!

Koro, evladım ne yaptın? evladım mümkün mü? evladım bu da nerden çıktı şimdi? döngüsünde gezineduruyor. Onlar bu iki hikâyenin gerçek olmadığını sonraki yıllarda anlayacağım ve kabul edeceğim üzere kanıtlamaya çalışadursunlar, elimi kolumu zapt edemiyorum, içim dışıma gürür gürül çıkıyor, dönüşüyokartıkçasına, bir yangın gibi patlıyorum:

HEM KİMDİ O HIRSIZLAR!? BİZDEN NE İSTİYORLARDI???

[Sır, uygulandığı bünyeye parlak ve düzgün bir yüzey sağlar. Geçirgensizlik oluşturduğu için bünyeyi sıvı ve gazlardan koruyup yalıtır. Mekanik mukavemet, elektriksel yalıtkanlık sağlar. Asitlere, bazlara, çizilmelere ve çarpmalara karşı bünyeyi korur. Hijyenikliği sağlar, mikroorganizma oluşumunu engeller ve bu tip mikroorganizmaların hareketlerini sınırlandırır. Kirlenmeyi önler, kolay temizlik sağlar. Sıkıcı yüzeye renk ve doku özellikleri getirerek, estetik değeri artırır.]