Yusuf Sevinçli ile Fotoğrafa Dair

#21
Yusuf Sevinçli
Hakkında
Serkan Taycan
Hakkında Diğer Yazıları

Serkan Taycan, Yusuf Sevinçli ile fotoğrafa bakışından "flaneur"lüğe, fotoğraf kitaplarından son dönem çalışmalarına birbiriyle ilişkili pek çok konunun konuşulduğu bir söyleşi yaptı.

 

Serkan Taycan: Fotoğrafçı ne demek?

Yusuf Sevinçli: Bunun bir önemi var mı? ‘Fotoğrafçı kimdir' mi? Var mı şurada bir sözlük? Gerçekten merak ettim ne yazıyor karşısında, bakabilir miyiz bir online sözlükten?

Serkan: "Fotoğraf çeken ya da basan kimse" (TDK)

Yusuf: TDK'ya ne kadar güvenebiliriz bu konularda? Bir sanat sözlüğüne, İngilizce bak, ‘art dictionary' gibi bir şeye.

Şener: Karanlık odada iş yapan adamı da fotoğrafçı addediyor o zaman.

Yusuf: Evet, ne kadar bol gönüllü davranıyor!

Serkan: Ama öyle değil mi zaten? Fotoğraf sadece ışıkla görüntüyü yüzeye aktarma eylemiyse, bunun için fotoğraf makinesine ihtiyacımız olmadığı aşikar. Makinesiz fotoğrafçı da olabiliriz.Bir de zanaat tarafı var, hatta daha baskın tarafı o. Dolayısıyla fotoğrafı sanatsal bağlamda anlatı aracı olarak kullanma durumundan ziyade "görüntü üreten" tanımı fotoğrafçı söylemine daha çok uymuyor mu?

Yusuf: Sanatsal bağlam tarafı fotoğrafın ancak %1'lik kısmı olabilir; günümüze bakıldığında çok çok küçük. Bilimsel fotoğraf, astronomi, basın, tıp… Sigortacılar bile fotoğraf kullanmak zorunda kanıt olarak.

Serkan: Oradaki ayrımı nasıl sağlayacağız? Bunu bir ‘ifade aracı' olarak kullanmaya çalışan ve başka ifade yöntemleriyle ilişkilendiren tavırla  sadece görüntüyü kaydetmek için kullanan insanın arasındaki fark terminolojide nasıldır?

Yusuf: Kullanan insanın söylemine bağlı, "ben bunu bu amaçla yapıyorum" dediği anda olay biter. Ama bu hiçbir zaman görsel içeriğin kalitesiyle, iyiliği kötülüğüyle veya ilginçliğiyle ilgili değil. Sanatçı olmadığını iddia eden birçok kişinin fotoğrafları ya da başka amaçlarla çekilmiş fotoğraflar, sanat fotoğraflarından çok daha ilginç olabiliyor. Mesela Paris Photo'da bütün galeriler içinde benim en sevdiklerimden biri NASA'nın standı. En standart bakışta bile çok ilginç işler var. Ve bunlar uyduların otomatik çektiği fotoğraflar ya da fotoğrafçı olmayan astronotların fotoğrafları. Uzay diye, bize bilmediğimiz yerleri gösteriyor diye değil, görsel olarak da çok ilginç ve çok güzeller.

Serkan: Aslında fotoğraf üretmek de yazı yazmak gibi herkesin bildiği bir şeye dönüşmedi mi sizce?  O zaman burada sanatçının rolü ne?

Yusuf: Bakın Gombrich, Sanatın Öyküsü, ilk cümle: "Sanat diye bir şey yoktur aslında. Yalnızca sanatçılar vardır." Fotoğrafı kendisi çekmesi de gerekmiyor, birçok insan günümüzde var olan görüntüler üzerinden düzenleme yaparak çalışıyor. Bunların hiçbirine gerek yok, fotoğrafı ulvileştirmeye de gerek yok.  Son yıllarda konuşulan sosyal medya, akıllı telefonlar ‘fotoğrafa boğulduk' falan… Fotoğraf icat edileli 200 yıl oldu, inanılmaz derecede katlana katlana gidiyor. ‘Welcome to Matrix'.  Bu görsel algımızı biçimlendiriyor, hepimizin görsel okur yazarlığını etkiliyor. Bence burada o işi yapanın söylemi/ifadesi önemli. Arkasında söylemi olmadığında o işi nasıl değerlendirebiliriz ki?

Serkan: Peki ifade (statement) diyorsun, buradaki ifade mevzusu, ifade olup olmaması hali nasıl oluyor? Onun belirleyicisi ne?

Yusuf: Dadacıların ne olduğunu, kim olduğunu, bu işin nasıl yapıldığını bilmeyen birisi kütüphaneden rastgele dadacıların yaptığı, yazdığı şiir kitabını seçse ve baksa; eline aldığı o kitabın dada performansında ortaya çıkarılmış bir şey olduğunu bilmese ne düşünür? Nasıl olur? İşte burada ifade, son ortaya çıkan iş değil ama daha öncesi, yani dadacıların kim olduğunu ne yaptığını bilmek önem taşıyor. Temize çekmek için söylüyorum bunları, öyle mi, değil mi?

Serkan: Öyle… Peki, güncel fotoğrafta bunun gibi ifadelerin ya da yaklaşımların karşılıklarını bulmak zor değil mi? Yani işler sıklıkla dört taraftan sınırlanmış görüntü yüzeyinin içerisinde sıkışmış gelmiyor mu? Fotoğraf medyumunu kullananlar çoğunlukla bu gibi tartışmaların içerisine dahil değilmiş gibi gibi geliyor.

Yusuf: İşte yani, yüz sene önce üretilmiş ve hala insanların kullandığı aynı fotoğraf makinesini kullanarak bambaşka bir hikâye anlatabilirsin. İçeriğini değiştirebilirsin. Bir sinema filmi çekeceksen, işte Ken Loach'u çok severim, adam kırk senedir hala böyle narrative filmler çekiyor. Hikâyesi olan; adam, kadın, işçiler… Şimdi bu adam sinemacı olarak, eski moda bir adam mı? Hayır. Son filmini seyrettim "Aman Allah'ım." dedim. Postanede çalışan bir adam, işsiz kalıyor İngiltere'de. Başka bir kadınla çalışıyor işsizler derneğinde. Tanışıyor. Kadın da yeni işsiz kalmış. Kadın işte, iki çocuğu var. Çocuklara nasıl bakacak belli değil. Birbirlerine âşık oluyorlar. Ama parasızlık yüzünden tam beraber olamıyorlar. Böyle o kadar şey bir hikâye ki, ne sinematografik bir şey var içinde, yenilik var, ne kamera hareketi olarak bir şey var, ne ışıklarda bir şey var. Ve gerçekten film elli sene önce de çekilebilecek bir film. İlla Godard'ın yaptığı gibi "Abi illa şey çıktı şimdi Iphone ile film çekeceğim. 3D ile film çekeceğim.", "Kamerayı ters tutacağım. İnsanlar sinema salonunda, böyle, mideleri bulanacak." olmak zorunda değil.

Fotoğraftan bahsederken de, bazen acayip şey işler görüyorum, genç fotoğrafçı, siyah beyaz manzara fotoğrafları çekmiş. Bakıyorum; üç gün sonra tekrar bakıyorum, tekrar bakıyorum. Gece yatarken içimi böyle bir şey kıpırdıyor. Ansel Adams estetiği… demeyeyim ama –Ansel Adams'ı hiç sevmem. Ansel Adams'ı kim seviyor ki?- Bu tam tersi. Böyle bir karanlık, siyah beyaz, dağlar, ovalar; dolunay çıkmış bomboş bir ovanın, vadinin üzerinde… Hiçbir şey yok fotoğraflarda. "Cheesy" diyebileceğim doğa, manzara fotoğrafları.

Serkan: Seni etkileyen şey ne?

Yusuf: Orada duygusal bir durum var. İnanılmaz bir şey görüyorsun. Awoiska Van Der Molen diye Hollandalı bir kız. Doğanın sonsuz ve büyük ve spirituel bir durumu var ve bunu fotoğrafıyla çok güzel aktarıyor. Fotoğrafa bakarken "Aman Allah'ım" diyorum, "Gezegenimiz ne kadar güzelmiş. Doğa ne kadar büyük, ne kadar etkileyici. Irmaklar, dağlar, dolunay, hayvanlar…". Büyük ihtimalle büyük format makinelerle çekim yapıyor kız. Çok pürüzsüz ve kritik ışıklarda çekilmiş. Ve hiçbir sanat teorisi bunun üzerine geçemez. Bunu ezemez veya bunu olumsuzlaştıramaz. Bunun geçersiz ve kötü bir iş olduğuna çünkü zaten daha önce çok yapıldığına, yeni bir şey olmadığına, yeni bir şey söylemediğine; fotoğraf tarihine yeni bir şey katmadığına… Hiçbir şekilde kimse beni inandıramaz mesela.

Serkan: Şimdi birincisi yani onun bizde uyandırdığı duygu bir değerlendirme kriteri olabilir mi?

Yusuf: Benim için çok önemli bir kriter.

Serkan: Bana uyandırdığı duygu üzerinden bir sanat yapıtını değerlendirmek biraz yetersiz kalıyormuş gibi geliyor. Çünkü sanat sadece duygular üzerinden yorumlanabilecek bir şey değil bence. Daha çok neredeyse bilim gibi araştırmaların sonucunda ortaya çıkan ve ifadesini onunla ortaya koyan, daha bilişsel bir dünyaya hitap eden bir şey de olabilir mi?

Yusuf: Tabi ki farklı bakış açıları var. Şimdi fotoğraftan bahsediyorsak; Düsseldorf okulunu duygusal bakış açısıyla nereye koyayım şimdi? Gerçekten bakıp bakıp nelerine duygulanayım? Su kuleleri, kırk tane su kulesi, bakıp gözlerim yaşarmıyor hiç gerçekten.

Serkan: Ama orada Almanya'da oluşan modernizminin duygusal altyapısını da görebiliyorsun bir yandan. Sonuçta o da bulunduğu toplumun duygusal altyapısından çıkan bir ifade.

Yusuf: Öyle bir duygusallık değil benim kastettiğim. Öğrendiğin bildiğin her şeyi unut, gerçekten bir sanat eserini öğrendiğimiz, bildiğimiz şeylerden ne kadar bağımsız, onlardan ne kadar soyutlayarak değerlendirebiliriz? Sadece kişisel güdülerine şey yaparak. İçine girerek.

Serkan:  Ama bu söylem, biraz naif değil mi? Yani bildiğimiz şeyi zaten reddedemeyiz ki.

Yusuf: Hayır hayır, bir sanat eserini bu şekilde algılamak, bir sanat eserini bu şekilde değerlendirmeye çalışmak nasıl bir kriterdir? Bildiğin her şeyi unut, hani, öğrendiğin her şeyi unut.

Serkan: Geçerli bir kriter gibi gelmiyor bana.

Yusuf: Bence bu çok önemli bir kriter olabilir. Çünkü orada da hali hazırda kurulmuş olan bir takım hiyerarşik yapıları kırmak için çok önemli bir şey olabilir. Yoksa bu bizi elitizm de götürebilir. Sanat gerçekten beş sene akademiye gitmiş insanların anlayabileceği bir şey mi olmalı acaba? Yani hepsini sorgulamalıyız. Ben bu arada kimseyi şey yapmıyorum.

Serkan: Günümüz sanatını bir laboratuvar gibi düşünebilir miyiz mesela? Bütün sosyal, toplumsal, kişisel, felsefi, bilimsel -daha da sayabileceğimiz- mevzuları yoğunlaştıran, sanatın kendi metodolojisiyle  de birleştirerek yorumlayan ve bütün bunları çarpıştıran bir laboratuvar. Ve en sonunda bir söylem… Şimdi bu laboratuvar da aynı bir fizik laboratuvarı gibi, illa sokaktaki adamla ilişki kurmak zorunda değil yani. Bu elitist bir söylem de değil bence. Biz bir fizik laboratuvarına girsek bir çok şeyi anlamayız, değil mi? O bilimsel verileri günlük hayatımıza sokan da tasarımcılar, bilimsel buluşları günlük hayata aktaran üretimler vs. ,. Günlük hayatımızda ne biliyim işte süper iletken teknolojisi iphone olarak  karşımıza çıkıyor.

Yusuf: Öyle şeyler söylüyorsun ki şimdi… Sen onaylıyor musun bunu peki? Sence normal mi?

Serkan: Olabilir mi diye soruyorum.

Yusuf: Anlamaya çalışıyorum genel olarak. Bunun halktan kopuk olması ya da olmaması… Benim elitizmle bir problemim yok yani. Halkı o anlamda, "Halk anlamıyor." diye bir derdim yok. Ama şu andaki şeyin de çok çatışmalı bir durum olduğunu düşünüyorum: Kimse anlıyor mu anlamıyor mu?

Serkan: Profesyonellleşmiş bir alandan bahsediyoruz.

Yusuf: Bu spesifikleşmeyi onaylamıyorum. Günümüzde böyle ise, post-endüstriyel neoliberal kapitalizmde her şeyin bu kadar Matrix'e girmeye hazır olduğu bir dönemde sanat da böyleyse, bu sanatın problemi değil. Bu kadar büyümüş, bu kadar spesifikleşmiş, tek bir insanın bile her şeye hakim olamayacağı bir dönemden bahsediyorsak…

Serkan: Benim dediğim araştırma mevzusuydu, araştırmanın derinleşmesiyle alakalı.

Şener: Aslında bir yandan da akademik araştırma sürecini fotoğrafın doğrudan kendine sahiplendiğini düşünüyorum. Yani zaten sosyoloji, psikoloji vardı; fotoğraf bunları kendi içine katarak bir dil daha oluşturdu gibi geliyor. Burada Yusuf ile senin düşüncen de ayrışıyor. Yusuf diyor ki fotoğrafa daha duygusal yaklaşabiliriz, böyle bir bakış açısı da mümkün. Toparlarsam fotoğrafta duygusal bir bakış var ve bir de üstüne sosyolojiyi, psikolojiyi, mimarlığı vb. alanları katarak bir dil daha oluştu. Fotoğraf temelli bir araştırma süreci yarattık, bunda da diğer sosyal bilimlerden faydalandık.

Yusuf: Fotoğrafı mı onlara dahil ettik, onlar mı fotoğrafın içine girdi?

Şener: Onlar fotoğrafa girdi. Kentin çeperlerini oluştururken, bunu fotoğraf üzerinden araştırmış oluyorsun ama edindiğin ya da yaptığın süreç, araştırmanın tamamı bir yandan da başka bir sürü kaynağa dayanıyor. İnsan ilişkileri, coğrafi yapı vb bir sürü bilimsel veriyi fotoğrafı merkezde tutarak sunmuş oluyoruz.

Yusuf: Evet, ama bu önceden de olan bir şey değil miydi? 19. yüzyılda da vardı böyle bir şey. Fransızlar arkeologlarla beraber fotoğrafçı da gönderiyorlardı.

Şener: Sanki o zaman belge olsun, diye fotoğraf vardı. Ama burada tam olarak belge niteliği yok mu? Serkan çalışmasında belge olsun diye bu budur demiyor.

Yusuf: Onlar bence fotoğrafın içinde her zaman oldu ama sadece bu kadar sistematize edilmiyordu.

Şener: Fotoğrafçı bu kadar merkezinde olmuyordu belki de.

Yusuf: Senin yaptığın sanat mı yani şimdi? Kentin çeperlerine gidip şantiye çekmek? Bunu bir ifade aracı olarak mı kullanıyorsun Serkancığım yani?

Serkan:  :)  Söyle bakalım, kentle nasıl bir ilişki kuruyorsun?

Yusuf: Fotoğrafçı olarak mı? Ben çok yoruldum kentten son zamanlarda. Bir de İstanbul'dan bahsediyorsak her yer şantiye.. Gerçekten sessizliğe ihtiyacım var benim. Fotoğrafımda da onu görüyorum. Artık çiçek-böcek fotoğrafları falan çekmek istiyorum. Dağlar, dereler, bayır, nehir..

Şehir benim için her zaman çok besleyici olmuştur. Ama zıtlıklarıyla beraber besleyici olmuştur. Ben Erenköy'ü, Bostancı'yı, Moda'yı da sevmem, herkes aynıdır. Beyoğlu'nu severim şehir deyince. Her çeşit, her tip insan olacak. Benim için şehri güzel ve özel yapan düz rafine bir tip olması ortaya çıkması değil, bütün zıtlıklarıyla beraber. Bütün insanların, gecenin, gündüzün, her şeyin birbirine karıştığı şehri seviyorum. Ama şu anda biraz yorgunum.  2016 yılında insanoğlunun 5-6 bin yılda yarattığı uygarlık sonunda bu gördüğünüz şey ortaya çıktı.

Serkan: O bizde böyle çıktı, başka yerlerde farklı şekilde çıktı.

Yusuf: Ben açıkçası bırak fotoğrafı, insan uygarlığının çok süresinin kalmadığını düşünüyorum. Şu yarattığımız sistemin çok sürdürülebilir, devam ettirilebilir bir şey olmadığı açık. Bence bir yüzyılı falan var bu sistemin. Ya kapitalizm çökecek ya da insanlık çökecek. Bir şeyler çökecek, değişecek o anlamda. Fotoğraf bunun neresinde durur, onu bilmem. Hiç umrumda da olmayabilir. Kıyamet koparken son fotoğrafı çekmek…

Serkan: Peki senin daha önce yaptığın üretimlerde böyle bir flaneurluk olduğunu söyleyebilir miyiz?

Yusuf: Flaneurleri çok severiz, Bressonları da Baudleaireleri de severiz, Walter Benjaminlerin de hastasıyız zaten. Fotoğrafımla flaneurlük arasında çok bağlantı kuramıyorum ama. Ben fotoğrafçı olarak geziyorum, şehirde yürümeyi severim, bakmayı incelemeyi ama direkt onu fotoğraf pratiğimle birleştirmek bana biraz yanlış gibi geliyor. Fotoğrafta daha çok amacım var gibi geliyor.

Serkan: Nasıl bir amaç?

Yusuf: İyi fotoğraf çekmek gibi. Bu arada keskin bir şekilde ayırmıyorum, tabii ki birbirini besleyen şeyler. Ama o pratiği uygulandığın anda fotoğraf çekmek ile flaneurlük çok birbirini güçlendirmiyor. Daha önce düşündüğüm bir şeyi bulup çekmek için çıkıyorum ve onu arıyorum ya da onun nerede olduğunu da biliyorum. Bir bina var, bana bir şey hatırlatıyor, bu binanın yüzeyi bir şeyi çağrıştırıyor; fotoğraf makinemi alıyorum ve gidip o binayı çekiyorum. Fotoğraf çekmek için Eminönü'ne veya Tarlabaşı'na gidiyorum; Etiler ya da Bağdat Caddesi'ne gitmiyorum. Bildiğim bir şeyden yola çıkıyorum. Bu durumda evet, bir şey biliyorum, kafamın arkasında duruyor. Ama çekim anını buradan biraz soyutlamak gerekiyor.

Serkan: "Aylaklık yapmıyorum, iyi fotoğraf çekmek için yürüyorum." diyorsun; öyleyse iyi fotoğraf ne?

Yusuf: İyi fotoğraf ne? Yani öyle bir şey yok her zaman. Doğru fotoğraf var benim için. Nerede kullandığına bağlı olarak. Bazen tek başına duran iyi fotoğraflar var; bazen de tek başına hiçbir şey ifade etmiyor ama kitabın arasında bir yerde iyi gidiyor. Küçük basınca bir şey oluyor, büyük basınca bambaşka bir şey oluyor. İyi fotoğraf ne, bilmiyorum valla bilen varsa beri gelsin.

Ansel Adams, Weston, Bresson gibi yapabiliyorsan o hala iyi fotoğraf. Ama iyi fotoğraf deyince günümüzde neyi konuşuyoruz? Doğru kompozisyon, iyi ışık, doğru anda çekilmiş fotoğrafı mı? Mesela 1960'larda falan iyi kompozisyonlu, iyi ışıklı, an üretirsen, bundan da 40-50 tane yapabilirsen Magnum'a giriyormuşsun. Günümüzde tek bir fotoğrafın iyi veya kötü olmasını geçeli çok oldu. Dijital makinelerde rastgele 1000 kere deklanşöre bassan, bir iki tanesi form/ışık olarak iyi çıkıyor zaten. Peki iyi fotoğrafı geçtik zaten. Artık iyi fotoğraf demek anlamsız, iyi iş/kötü iş, şimdi daha çok oradayız. İyi iş bütünlük oluşturacak. Tek bir kare değil de sergi kitap gibi… Ben kendi fotoğraf kitaplığıma bakıyorum, severek aldığım kitaplar da çok eklektik.

Serkan: Peki, o zaman avangard söylem/medium/bağlam vb bütün bu tartışmalara girerek; bir de fotoğraf kitabı mevzusu çıktı. Eskiden de vardı tabi ama, gittikçe yaygınlaşıyor . Nedir sence? Bütün bu tartışmalar üzerinden gidiyor o da sonuçta; imge, bağlam, medyum, fotoğrafın gösterilme biçimi… Bütün bunlar fotoğraf kitabı mevzusu içinde nasıl toplanıyor? Ya da toplanıyor mu, fotoğraf kitabı bunun için yeni bir deneysel alan mı, değil mi?

Yusuf: Fotoğraf kitabı iyi bir alan, benim kişisel olarak sevdiğim bir alan. Kitaplar iyidir, genel bir kabul olarak, dosttur, dostumuzdur. Bence fotoğraf alanında da kitaplar iyidir. Fotoğraf kitapları da iyidir. Seviyorum. Daha spesifik sor, kitabın nesinden bahsedeyim? O kadar çok şey söyleyebilirim ki. Fotoğraf kitabının iyi bir alan olduğunu düşünüyorum çünkü bağımsızlığa ve yazarlığa çok yer açıyor. Tam bir söz hakkı ve kontrol hakkı tanıyor. Öyle bir güzelliği var. A'dan Z'ye kendin başlayıp kendin bitirebilirsin. Başka kimseye ihtiyacın olmadan -tabi yayın ve dağıtım endüstrisinden bahsetmiyorum, sanatçı kitabından bahsediyorum- üretebilirsin. Kitabın benim hoşuma giden tarafı sanatçının, yazarın, fotoğrafçının işi alıp en başından en sonuna kadar sadece kendisi yapabilmesi. Günümüzde fotoğraf kitabı fotoğraf dünyasında bağımsız üretim ve yayıncılığa da çok yer açtı ve bu çok güzel bir şey. En baştaki fikir, çekilen fotoğraf, tasarım, yazıyla birleştirilmesi/birleştirilmemesi ile içerik olarak oluşturulmuş bir bütün. %99 değil, %100 olarak gerçekten sanatçının işi. Bu benim ilgimi çekiyor. Bu diğer alanlarda yapması çok daha zor ve kısıtlı bir şey.

Özlem Yazgan: Belki internet de buna çok imkan sağlıyor. Ama kitabın nesnelleşmesi durumu daha çok şey ifade ediyor.

Yusuf: Dijital dünyanın, internetin ve dijital fotoğrafın yükselişi ile fotoğraf kitabı gibi ağır, fiziksel ve pahalı bir nesnenin yükselişi aynı zamana denk geliyor, 2000'lerin başlarına az çok. Ve bu tesadüf değil tabi ki. Fotoğraftaki dijitalleşme, internetin yükselişi, fiziki nesne olarak fotoğrafın ortadan kalkmasıyla beraber fotoğraf kitabı çok yükseldi, popülerleşti. Ama 19. yüzyılın başından beri bazı sanatçılar kitabı bir nesne olarak kullanmışlar. İşin son sunulduğu format olarak. Ama son zamanlarda, son 15-20 yıldır biraz daha değere bindi, güzel bir şey. Ben demokratikleşme ve dağıtım adına bunun iyi bir şey olduğunu düşünüyorum.

Serkan: Ben aslında dijital teknolojinin de bir yanda do-it-yourself imkanı yarattığı için önemli olduğunu düşünüyorum. Eskiden kendi başına dijital tasarım imkanı yoktu. Grafiker bulacaksın vs. şimdi kendi bilgisayarında takır takır hazırla, maketini yap, "Tamam ben bunu istiyorum" de. Dijital teknolojinin verdiği avantaj sayesinde aslında.

Yusuf: Evet, doğru. Fotoğraf kitabı iyi tabi, ama her şeyde olduğu gibi fotoğraf kitabında da şu anda fazla değere binme var. Her şeyi tadında bırakmak lazım. Tabi bu da kendi iç endüstrisini yarattı. Buradan para kazanan, kendi hayatını sürdüren çok fazla insan var. Ana akım pazarın içine dahil oldu. Tabi sistemden kaçış yok. Ben özellikle kötü bir şey olduğunu düşünmüyorum ama ben de kitap yapmak demenin her şeyin en iyi haline gelmesi demek olduğunu düşünmüyorum. Onun da iyisi var, kötüsü var. Fazla fetişleştirmeye karşıyım. Ben de çok kitap alıyorum ama koleksiyoner değilim, koleksiyonerlikten de özellikle uzak durulması gerektiğini düşünüyorum kendi adıma.

Serkan: Benim fotoğraf kitabı için söylemek istediğim şey şu. Eskiden az miktarda ‘yaratıcı maksatla üretilen fotoğraf'ın basılı mecrada, daha çok dergiler yoluyla, kendisini gösterme şansı vardı. Bu devir internet sayesinde bitti. Dijital imkanlarla katlanarak büyüyen bu üretimin miktarının fazlalığı ve sanatsal bağlamda tam da nereye oturduğu kestirilemediği için kendisine galeri vs sergileme mecrası bulması da çok çok zorlaştı. Dolayısıyla tam da bu aşamada fotoğraf kitabı kurtarıcı bir mecra olarak ortaya çıktı gibime geliyor.

Bu mecrada dikkatimi çeken de;  fotoğrafın kendi içinde olup biten tartışma sanat tarihinden biraz kopuk geliyor , fotoğraf kitabı yapma alanını "fotoğrafçı"lar, bizler, çok avangart bir alan gibi addediyoruz. Ama sanat tarihinde bunlar da defalarca  denenmiş, bir sürü karşılığı olan pratikler. Kitabın fotoğraflarla ana anlatısını oluşturduktan sonra  şunu şuradan alıp buraya koymak, o grafik oyunları yapmak vb'nin görsel denemeler tarihinde  bir sürü karşılığı var. yapılan pratik bana biraz yanılsama gibi geliyor. Saygı duyuyorum, ama fazla abartıldığını düşünüyorum. Bir de kendi kapalı dünyası içerisinde fotoğrafın; fotoğraf kitabı içerisinde kendi kendine dönen  bir mecraya  dönüştüğünü düşünüyorum. Dış dünyayla çok da iletişimde değil. Fotoğraf kitaplarını yine fotoğraf kitabı yapanlar takip ediyor. Fotoğrafı fotoğrafçıların takip etmesi gibi.

Yusuf: Fotoğraf dünyasının problemi küçük olması. Küçük olabilir, az insan ilgilenebilir, o problem değil. Problem, problem oluşturacak kadar küçük olması.

Serkan: Bence tam tersi. Fotoğraf dünyası fazla büyük. Fotoğraf kendi kendisini besleyebilecek kadar büyük. Problem bu. Kendi içerisinde, bütün dış dünyadan bağımsız özerk bir yapı gibi, kendi tartışmalarının içine gömülüp; festivaliyle, kitabıyla, sergisiyle kendi özerk alanında takılma kapasitesine sahip. Dışarıyla çok fazla iletişime geçme ihtiyacı duymayan, kendi yağında kavrulan bir şey. Ama tartışmayı kısırlaştırıyor bu. Ben fotoğraf festivali yapılmasına da fotoğraf galerisi kavramına da karşıyım.

Yusuf: Fotoğraf festivalinin problemi kötü yapılması. Başka bir problem görmüyorum. Sadece Türkiye'deki durum değil, bütün dünyada örneklerini gördüm, genel olarak bütün dünyada kötü yapılıyor. Bu o yüzden bir problem ama tek başına fotoğraf festivali bence problem değil. Fotoğrafın görsel ve plastik sanatların diğer disiplinlerinin bir parçası olmadığını ve müzik gibi, edebiyat gibi, sinema gibi bir sanat olduğunu ama bağımsız bir disiplin olduğunu niye düşünemeyelim?