Yeni Nesil Üretim, Yeni Nesil Paylaşım, Yeni Nesil Tüketim

#21
Şener Soysal
Hakkında Diğer Yazıları

İçinde yaşadığımız, kullandığımız, sahip olduğumuz ve sürekli değişen dijital süreç üzerinden yazmak konusunda hala tereddütlerim var (Ama sizin böyle bir ilk cümleyle başlayan bu metni okumak konusunda tereddütünüz olmasın.). Hepimizin ziyadesiyle dahil olduğu bu süreç için genel durumları özetlemek yersiz geliyor. Üstelik teknolojinin bu kadar hızlı değişmesi, birkaç yıl içinde bilgileri anlamsız kılabilir.

Belki birkaç yıl sonra  "Vay be, böyle şeylere takılıyorlarmış." diyerek şu an üzerine konuştuğumuz teknolojileri, paylaşım mecralarını, üretim yöntemlerini ciddiye bile almayabilirler. Tıpkı şu an bizim renkli 35 mm filmleri, çek-at fotoğraf makineleri, karanlık oda üzerine olan tartışmaları heyecanla okuyamadığımız gibi. Zaten isteğim, bir kıyas ya da teknik bir dijital dünya anlatımı değil. Neticede hepimiz isteyerek ya da istemeden içindeyiz. Merakım, bu süreç dahilinde fotoğrafın içeriğindeki denemeler ve algımızdaki değişiklikler üzerine. Bu yüzden anlatacaklarım Amelie filmindeki bir sahneden aklımda kaldığı kadarıyla tarif edersem; "parmağa değil, nereye işaret ettiğine bakmak" üzerine.

Merhaba.

Her zaman görsel algımızı yönetmek konusunda baş tacı olan ve pazarlama stratejilerinin de vazgeçilmezlerinden olan fotoğraf; dijital fotoğraf makinelerinin çıkması ile daha hızlı üretilebilir hale geldi. Analog düzenin karanlık oda ve banyo işlemlerini bir çırpıda kaldırarak; fotoğrafı, çekilmesinin hemen ardından bir küçük ekranda gösterir oldu. Geniş depolama alanı sayesinde 36 karelik sınır da bitti. Fotoğraflara anında bakabilmeleri, insanları çektikleri fotoğraf bazında kontrollü kılarken, çok fotoğraf çekebilmeleri de ruhsal olarak kontrolsüzce üretmelerini sağladı.

Fotoğrafın dijital serüveninde (dijital dünyayla ilişkisi) ilk akla gelen "fotoşoplu" ya da "feysbukta paylaşma" gibi basit tabirlerin altında oldukça karmaşık durumlar yattığını düşünüyorum. Çünkü teknoloji, zaman içinde fotoğrafın analog düzene göre daha kolay üretilebilir olmasına, üretilenin kolayca paylaşılabilmesine, kişisel paylaşımlar üzerinden endüstriyel bir pazar oluşmasına, kişisel müdahalelere ya da kişisel bakışlara daha fazla açık olmasına, her görülene inanmamaya, herkesin okuyup yazar gibi görüntüleyebilir olmasına, benzer üretimlerin daha da artmasına, içerik artarken seçiciliğin azalmasına, sunucularda kodlar halinde saklı milyarlarca görselin oluşmasına vesile/neden oldu. Bunların hangilerinin olumlu, hangilerinin olumsuz olduğunu kestiremiyorum. İçinde her tonun olduğu siyah beyaz fotoğraf kareleri gibi geliyor. Beyaz mı baskın, siyah mı? İyiliği de kötülüğü de kendinden menkul ve tartışmaya açık.

* * *

Fotoğraf makinesinin görüntüyü film yerine hassas bir sensöre kaydetmesiyle fotoğrafın dijital dünyaya "merhaba" dediğini yaygın tabirle söylemek mümkün. Tabi ki bu, kaydın dijital olarak yapılmasıyla sınırlı kalmayıp, fotoğraf üzerinde yapılacak düzenlemeleri de karanlık odalardan aydınlık ekranlara taşıdı. Öyle ki analog kayıtlar bile dijital ortamlarda düzenlenip basılır oldu. Öte yandan fotoğrafı ayna-perde sistemli bir makina yerine başka şekillerde görüntülemenin ya da modelleyerek yoktan görüntü var etmenin de yolu açıldı. Üretilenin adını koymak, içinde bulunduğumuz dönemin adını koymak kadar tartışmalı. Fotoğraf, dijital imajlama ya da bambaşka bir şekilde seslenebiliriz elbet. Ama ismini tartışmaktansa, içeriğini konuşmak daha önemli. Hele ki fotoğrafı oluşturan ışığın hızının bile değiştirilebildiği bir dünyada (360.000 kilometreyi neredeyse iki saniyede alan ışık, saatte 57 kilometre hıza kadar yavaşlatılabilmiş.) fotoğrafın kendisinin değişmesi de gayet mümkün. Fred Ritchin, "Fotoğraftan Sonra" kitabında yer verdiği bu bilimsel verilerin ardından şöyle diyordu: "Fotoğraf kelimesi Yunanca'dan gelir ve anlamı ışıkla yazı yazmak ya da çizmektir. Eğer ışık değişiyorsa yazma eylemi de değişmeli."

#01
Annesi, babası ve kendisinin dna dizilimlerinin görüntülerinden oluşan portre fotoğraflar (temsili)

* * *

Aslında dijital serüvenin; ilk fotoğrafları üreten Tablot'un, Dagurre'nin yaptıklarına çok benzer olduğunu düşünüyorum. İkisi de yoktan var olan bir şey üretmedi. Çok daha eskilerinin varlığını göz önünde bulundurmakla beraber; fotoğraf, miladının karanlık kutu (camera obscura) olduğu bir tekniğin yeni bir adımı. Neticede devasa bir manzarayı küçülterek bir yere yansıtmanın ve bunun birebir şekilde resminin yapılmasının yetmediği bir noktada, görüntünün izinin kaldığı bir kimyasal levha yapıldı.  Şimdi ise bu kimyasal levha, faz değiştirerek elektronik devrelerin yer aldığı hassas başka bir yapıya yerini bıraktı. Bu teknolojik geçişte de bilim adamları zorlandı elbet. Tıpkı ilk fotoğraf makinelerinin at arabasına sığması gibi ilk dijital fotoğraf makinesi de kocamandı. Ya da yeni bulunduğu dönemlerde pozlamanın asgari ölçülere indirgenememesinden dolayı bulanık fotoğraflar elde edilebilmesi gibi, ilk dijital fotoğraf da bir megapikselin altında görüntü oluşturabiliyordu.

Sanatçıların ötesinde, bilim adamlarının-mühendislerin gerçekleştirdiği bu devrimleri karşılaştırmam övmek ya da yermekle alakalı değil. Aslında birbiriyle ne kadar içli dışlı, ne kadar benzer süreçlerden geçtiğini göstermek istiyorum. Çünkü eğer oğlan dayıya çekiyorsa, kesinlikle analog teknoloji, dijitalin dayısı. Aile eşrafının tüm kötülemelerine rağmen öyle bir samimi bağları var. İkisinin de temel birimi mühendislerin eseri. Bu nedenle teknolojileri, düzenleme işlemlerini, çekim yöntemlerini, filmleri, lensleri, makinaları… Fotoğrafın bize bahşettiği anlatma ve aktarmayı en iyi şekilde sağlamak için gereken tüm edevatların bir aracı olduğunu akılda tutmak ve bu aracı kullanarak üretim yapmak kalıyor. Araç değişirken geçmişle barışıklığımızın, arayışımızı daha da pekiştireceğine inanıyorum. Yeni nesil üretimle, bunun atası arasında mekik dokuma sebebim de biraz bundan.

#02
Otuz iki cam negatifin birleştirilmesiyle oluşan ve Rönesans resmi "Atina Okulu"na da gönderme yapan kurgusal fotoğraf. (temsili)

* * *

Herkesin kolaylıkla fotoğraf üretebildiği, müdahale edebildiği  bu yeni düzende en büyük darbenin fotoğrafa atfedilen gerçekliğe vurulduğunu düşünüyorum. Fotoğraf, hep gerçek dünyanın iki boyutlu bir sureti olarak kabul edildi. Bir aynaydı. Olaylara "objektif" bir göz ile bakmaktı. An'ı durdurmaktı.

Oysa ki, fotoğrafın doğuşunda manipülasyon vardı! Orhan Cem Çetin'in, bir söyleşide söyledikleri hala aklımda: İlk manipüle fotoğraf, tarihteki ilk fotoğraftır! Çünkü gözümüzle gördüğümüz gerçeklikten çok farklıydı. Hem siyah-beyaz, hem de fazlasıyla grenliydi! Bu durumu dönüşümün gerektirdiği mecburiyetlerden kabul edebiliriz tabii. Ama ne belge niteliğindeki fotoğraflarda Hitler'in kavga ettiği liderleri yanından sildirmesini; ne de Man Ray gibi avangart sanatçıların kurgusal fotoğraf deneyimlerini görmezden gelebiliriz. Galiba bu müdehalelerin hiç birinin fotoşop ile, yani herkesin kullanabildiği ve herkesin süreci görebildiği bir araçla, yapılmamış olması fotoğraftaki gerçeklik kabulüne gölge düşürmüyordu.

Fotoğraf, o zamanlar büyülü bir şeydi ve bir kulun o büyülü kağıtta değişiklik yapabileceği kimsenin aklına yatmamıştı. Simyanın ortadan kalkıp devrelere dönüşmesiyle, sihir olarak görünen şey de Kaf Dağı'nın ardına taşındı. Artık fotoğraf çekenlerin tanrılaştığı, beğenmediği fotoğrafı tek düğmeyle silebildiği; ekran üzerinde müdehalede bulunabildiği, bunu da herkesin gördüğü ve bildiği bir zamandayız. Haliyle herkesin an'ın değişebildiğini görmesi, fotoğrafın gerçekliğinin daha fazla sorgulanmasına neden oldu.

#03
Google'da "photo" kelimesini aratınca çıkan on bin imajla oluşturulmuş "ilk fotoğraf" kolajı (temsili)

* * *

Değişimin bir diğer etkisi de zanaatin azalması. Eski mahalle fotoğrafçılarından, usta sayacağımız fotoğrafçılara kadar bilmesi ve uygulaması zorunlu olan zanaat kısmının içerik üzerindeki hükmü azaldı. Daha az işçilikle eskisinden teknik olarak daha kaliteli fotoğraflar üretmek mümkün. Üstelik elinde teknik olarak üstün makineleri olan herkesin böyle fotoğraflar üretmesi de mümkün. Peki ama kaliteli ve üstün olan sadece teknikse? Makine fotoğraf için bir aracı. Fotoğraf da anlatım için bir aracı. Öyleyse üstünlüğün ruhumuzda olması gerekmez mi? Benliğimizi oluşturan eşyalarımız, giyimimiz, araçlarımızdan öte hislerimiz değil midir? Bazen bunun gibi bir sürü soruyu kendi kendime sorup, duygusal baktığımı düşünüp kendime gülerken; sanatın zaten duygularla ilişkili olduğunu düşünüp gülmeye devam ediyorum. Deli zannedilmemek için David Brooks'un sözünü hatırlamakta fayda görüyorum: "Herkesin zeki, iyi görünüşlü ve hoş olduğu bir dünyada, herkes hit filmlerde rol almaya yetkin, ancak o filmleri değerlendirmeye yetersiz olacak."

Her sanat dalı, kendinden öncekilerle fazlasıyla etkileşim halinde ortaya çıkar. Erken dönem sinemasının, betimlenen bir tiyatroya; televizyonunsa radyoda duyulan adamların ekranda sadece göründüğü haline benzediğini söylemek mümkün. Erken fotoğraf da resme öykünür, onun dokularını, ışığını taklit eder. İlk çıkışından beri çeşitli sanatçıların arayışlarını ve farklı duruşlarını görsek de;  kendinden beklenen meziyetlerini dijital sürecin tersyüz etmesinin fotoğrafı özgürleştirdiğini düşünüyorum. Artık kendinden öncekileri taklit etmediğini ya da sadece belge niteliği taşımadığını; farklılaştığını söylemek mümkün. Bunu söylerken, dijital sürecin başından itibaren üretilen milyarlarca görüntünün bize bu soruyu daha fazla sorduracağına ve fotoğrafın üretim biçiminin yerine içeriğinin daha fazla sorgulanacağı bir dünyanın kapısını araladığını düşünüyorum. Tabi bu ne kadar sorgulanacağıyla alakalı. O yüzden yine de tereddüt ediyorum. Tamam, kapıyı araladık ama eşikten tam olarak geçtik mi? Az önceki sorumu da ucuna eklersek; üstün ruhumuzla eşiği geçtik mi?

* * *

Üretimin kolaylaşmasıyla aynı eksende fotoğrafın tüketimi de arttı. Makinayı alan verdiği paranın hakkını çıkarmak için çekti ha çekti. Hayatımıza "Fotoğraf makinalı Japon Turist" diye bir tanım bile girdi. "Eğer bir japon turistin boyununda fotoğraf makinesi asılı değilse, kesinlikle soyulmuştur, polise haber verin!" Böyle söyleyince komik gelse de fotoğraf çekmek (özellikle gezi ve anıdan bahsediyorum) bize anları hatırlamak için bir indeksleme görevi sunabilir. Bir yandan da sahip olmanın göstergesidir. Tüketim, artık bünyelerimizde fazlasıyla nüksetmiş bir şey olsa bile, bazı şeyler mobilya gibi değildir. Eve satın alıp rengi/kumaşı/ahşabı konularında insanlara bilgi verip övünemezsin, sahip olduğunu gösteremezsin. Oysa Susan Sontag'ın da dediği gibi bir şeyi fotoğraflamak, ona sahip olmaktır  ve Eyfel Kulesi'ne sahip olmanın yolu oraya gidip, içinde yer aldığın bir fotoğraf çekip, evine asmaktan geçer. Ona sahip olduğunun, orada bulunduğunun göstergesidir. Gerçi, eve alınan kanepenin de hiç misafir ağırlamadan sosyal medya aracılığıyla tanıtılması gayet mümkün. Onu geçtim, insanların kendilerini bile tanıtması yine sosyal medya sayesinde. Eskiden Beyoğlu'nda poz keserek yürümek gibi bir şey varsa; şimdi onun yeri sosyal medyadaki hesaplarda, profil fotoğraflarında, yayınlanan kişisel içeriklerde.

Televizyon karşısındaki izleyici, herhangi bir içerik üretmez, izlediği görüntülere bir katkısı olmaz. Belki örgüdür ürettiği içerik, belki çıtlatılmış çekirdek. Ücretsiz aldığı hizmeti (izlediği programları), reklamverenler finanse etmiştir. (Tabi aslında reklamın parasını aldığı ürünlerde istemeden ödemiş olur, o ayrı.) Sosyal medyada ise izleyicilik bitmiş, kullanıcı kimliği oluşmuştur. Kullanıcı, içeriği üretir ve bulunduğu yerin zenginleşmesini sağlar. Paylaştıklarıyla hem alanın sirkülasyonunu sağlamış olur, hem pazarlama şirketlerinin zevkle kullanacağı bilgileri sunmuş olur. Yani hem üretip hem de reklam ve diğer pazarlama yöntemlerine maruz kalır. Garip bir paralel evren orası. Kullanıcıların ana içerik üreticisi olduğu ve içerikleri üzerinden endüstriyel şirketlere pazarlama alanı açtıklarını söyleyebiliriz. (Ben de istemeden içinde yer aldığım, katkı sağladığım, maruz kaldığım için hem suçlu, hem mağdur olarak yazıyorum. Kullanmamak değil, kullanılmamak temennim.) Bu pazarlama durumlarını görmezden gelirsek; geriye kalan, insanların tek kazancının kendi kendilerini sunmak ve kendilerine bir imaj geliştirmelerini sağlamak için kullandıkları bir mecra. Fotoğraf da var olduklarının, sahip olduklarının bir göstergesi. Dönüp dolaşıp Sontag'ın lafına yine geldik. Hatta fotoğraf bunu çoğu zaman var olandan daha güzel, büyük, kaliteli vb. göstermelerinin aracı. Dönüp dolaşıp "gerçeklik" lafına da yine geldik.

#04
ABD'de plastik şişe tüketiminin ciddi boyutlarda olduğunu vurgulayan, iki milyon plastik şişenin temsili olarak bir araya getirilmesiyle oluşan fotoğraf. (temsili)

 

Yakın zamanda sosyal medyada içerik oluşturmanın ve paylaşımın yararlı olarak da kullanılabileceğini gördük. Gezi Parkı Direnişi'nde polisin sabaha karşı orantısız müdahalesinin ardından tepki sosyal medya üzerinden çığ gibi büyüdü. Özellikle kırmızılı bir kadına biber gazı sıkan polisin olduğu fotoğraf dahil bazı fotoğraflarda görünen şiddet insanları harekete geçirdi ve yüzbinlerce insan sokağa çıktı. İnsanlar sosyal medya üzerinden örgütlendi, polise karşı direndi, birbirlerini yönlendirdi, eleştirisini gösterdi. Üstelik geleneksel medya üç pengueni(!) oynarken, sosyal medya kullanıcıları haber veren oldu. Böylece yeni nesil tüketim aracı olan sosyal medyanın insanları bir araya getirebilen ve faydalı kullanıldığında –hükümetlerin baş belası olarak niteleyecekleri- çok büyük bir güç olduğunu öğrenmiş olduk. (Öğrendiğimiz için mutluyuz hem de.) Tabi ki, süreç içerisinde editöryal bir durumun olmaması; yanlış yönlendirmelere, tahrik içeren bilgilendirmelere, gerçeklerin zaman zaman sapmasına yol açtı. Ancak "kullanmak" ile "kullanılmak" arasındaki ince sınır, insanların sağduyusu ile aşıldı.

Savaş bitiren fotoğraf olarak da anlatılan, Capa'nın "Düşen Asker" fotoğrafını birileri yayınlamasaydı, insanlar onu görüp tepki göstermeyecek; durumdan haberdar olmayacaktı. Keza Irak'ta Amerikan askerlerinin halka yaptıklarını gösteren fotoğraflar yayınlanmasa, durumun vahameti anlaşılamayacaktı. Gezi Parkı'nda uyuyarak ağaçları korumaya çalışan insanlara uygulanan şiddeti gösteren görseller de sosyal medyada paylaşılmasaydı, benzerleri gibi insanların haksızlığı görmesini ve tepki duymasını sağlayamayacaktı. Fotoğraf, insanlara ulaşabildiğinde güçlü oluyor. Dijital mecra da, hızlı paylaşımı ve çok geniş kitlelere ulaşabilmesi sayesinde fotoğrafın eksik olan bu yanını tamamlayabiliyor. Yani fotoğrafa biraz gaz verince süper kahramana dönüşüyor desem yeridir.

#05
Polisin hırsla biber gazı sıktığı kırmızı elbiseli kız fotoğrafı (temsili)

 

* * *

Artık herkese açık olan sunucularda ya da harddisklerde olan fotoğraf sayısını söylemek güç. İnternette satış yapan bir stok fotoğraf sitesinin sunucularında üç milyar fotoğrafın olduğu söyleniyor. Hepsinin pazar ağzıyla "çıtır çıtır" imajlar olduğunu da hatırlatmakta fayda var. Onu geçsek bile Facebook kullanıcıları tarafından aylık altmış milyon fotoğraf yüklendiği söyleniyor. Daha da basit bir deneye girişecek olursak; gugıla "Kızkulesi" yazdığınızda onun farklı saatlerde, farklı yerlerinden çekilmiş bir sürü fotoğrafına ulaşabiyorsunuz.

Vivian Mayer'in çektiği ve hiç merak etmediği, tab ettirmediği binlerce makaradan bahsedildiğinde hep kendi arşivlerim aklıma geliyor. Şu an acaba kaç fotoğraf çektim ve görmediğim bir yerde kodlar halinde duruyor? Mayer'in fotoğraflarını bastırmayıp fotoğraf çekme deneyimini sevmesi, hep hoşuma gitmiştir. Bazen fotoğrafın şu an hangi deneyiminin sevildiğini anlayamıyorum. Fotoğrafı çekmek mi? Fotoşopta düzenlemek mi? Sosyal medyada paylaşmak mı? Beğen butonuna basılması mı? Haldun Taner, her yazarın okunmak ve beğenilmek konusunda narsistçe bir kompleksi olduğunu söyler. Hepimizde her zaman var olan bu şeyin sosyal medyada küçük dağlar yaratılmasıyla sona ermesi, ilginç bir subap mekanizması mıdır yoksa?

#06
Şehri, insanları fotoğraflayıp banyo ettirmeyen; vizörden bakıp denklanşöre basma deneyimini seven bir kadının otoportre fotoğrafı (temsili)

* * *

Şimdi "Amerika'nın en çok fotoğrafı çekilen ahırı"nın hikayesini anlatayım. Bana hep bir masal gibi gelen metin Don DeLillo'ya ait. Hikayeye göre arkadaşının ricasıyla "Amerika'nın en çok fotoğraflanmış ahırı" olarak bilinen etkinliğe beraber giderler. Yol boyunca tabelalarda en çok fotoğraflanan ahıra çok yaklaştıkları yazmaktadır. Alana vardıklarında turist otobüsleriyle dolu olan alana vardıklarında bir patikadan seyir için oluşturulmuş alana çıkarlar. Burada herkes fotoğraf çekmektedir. Aynı açıyla aynı ahıra uzaktan bakmaktadırlar. Don DeLillo oradaki insanların görüntüyü oluşturmadıklarını, görüntüyü sürdürdüklerini söylüyor. Oradaki her şey (tabelalar dahil) aurayı güçlendiriyor ve insanları teşvik ediyor. Peki önceden ahır nasıldı? Aslında hiç bir özelliği olmayan, sıradan bir ahırdı. Hepsi bu.

* * *

Fotoğrafa kişisel bakışım sorular sorabilecek bu aracın, sadece cevaplar bulmak için kullanılmaması gerektiği yönünde. Sadece belgelemek, arşivlemek, tespit etmek için değil; duygusal ve sosyal durumlar için ya da tamemen içimizden gelen ve karşılığını bulamadığımız, dillendiremediğimiz dürtüleri sorgulamak için de kullanılsa iyi olacağını düşünüyorum. Mars'ın nasıl göründüğünün cevabını veren uzay aracının çektiği fotoğraf, bir annenin çocuğuyla ilgili bilgi alabildiği ultrason görüntüsü benim için de fazlasıyla önemli. Ancak öte yandan hala evrendeki insanların duyguları, hisleri, davranışları, kafalarından geçen türlü şey ile ilgili sorularım ve merakım var. Bu dürtünün sonucunda çıkan ürün sanat mıdır? Yoksa aslında bir astronotun çektiği bilimsel bir makale malzemesi olan krater fotoğrafı galeride yer alınca mı sanattır? Galeride yer alması için "bu satar" diye düşünülerek üretilen işler nedir? Sanat yaptım diyen herkes sanatçı mıdır? Son dönemde fazlasıyla benzerlerini gördüğümüz çalışmaların gerçekte hangileri içtendir? "Aidiyetsizlik, tekinsizlik, kimliksizlik" sadece sergi metnine enjekte edilen popüler kelimelerden ibaret midir?

Cevapları maalesef orada, burada, şurada yazmıyor. Bazen son dönemdeki bazı çalışmaların yeni nesil bir tüketim kıskacı içinde üretildiğini düşünüyorum. Galerilere, sanat kurumlarına, güncel sanat piyasası içerisinde talepler doğrultusunda dahil olma/beğendirme/satma kaygılarıyla üretiliyor gibi geliyor. Okulda hocasının gözüne girmek için onun sevdiği tarzda kompozisyon yazmak gibi olması bir yanda, "sanat piyasası"nda "piyasa sanatı"na doğru içinde bir şeylerin eksildiği gidişat diğer yanda… Tabii ki beni heyecanlandıran, içtenliğiyle etkileyen çalışmalar da var. Onları görmek, benim umutla bakabilmemi sağlıyor.

Orta Format editörlüğünü, kendimce yaptıklarımı ya da bana atfedilecek sıfatları de bir kenara bırakıp; sadece fotoğrafsever olarak bakarak söylersem; fotoğrafta yeni nesil üretim, paylaşım ve tüketim; içinde iyi niyet ve içtenlik arayışına çıktığım bir sürece dönüşüyor. Çoğu zaman kavramların ve tanımların içinden çıkamıyorum. Tanım için kullanılan sözcüklerin net olarak neyi anlattığı belli olmayan dönem içinde, tartışmaları ya da sergi metinlerini okuyarak da çözümlemekte güçlük yaşıyorum. Bu yüzden içtenliğine inandığım çalışmalar için temsili olan kendi tanımımı kullanıyorum: Balık.

Başka bir çözüm bulana kadar böyle. Bilmem, belki günün birinde bir akım olur. Şimdilik, naif bir delilik olarak kabul edin.

Hoşça kalın.

 

#07
Bir fotoğrafın heykel uyarlamasına açılan dava üzerine, dava konusu fotoğrafın 0-255 renk kodlarından oluşturulan temsili fotoğraf (temsili)

 

Temsili karekodların işaret ettiği görselleri mobil cihazlarınıza kare kod okuyucu (qr code reader) yükleyerek görebilirsiniz. Pusulası olmayanlar için ise el yordamıyla:

  1. "Inigo, Elvi and Inigo", Inigo Manglano-Ovalle, 1998 – http://bit.ly/18SJBnY

  2. "Two Ways Of Life", Oscar Gustav Rejlander, 1858 – http://bit.ly/11tHmis

  3. "Googlegram, Niepce", Joan Fontcuberta, 2005 – http://bit.ly/19KhNSg

  4. "Plastic Bottles", Chris Jordan, 2007 – http://bit.ly/13OzScV

  5. Osman Örsal (Reuters), 2013 – http://bit.ly/14eyxex

  6. Selfportrait, Vivian Mayer,1955 – http://bit.ly/11ULnQ6

  7. "RGB Grid: Rogers v. Koons 960 F.2d 301, 310" John Haddock, 2003 – http://bit.ly/16ALJfV

Bu metin, YKY Sanat Dünyamız'ın 135. sayısı olan "Fotoğraf Nerede Biter 0.2′de yayınlanmıştır.