Orhan Cem Çetin ile "Kitap vs."

#20
Orhan Cem Çetin
Hakkında
Eren Sulamacı - Şener Soysal
Hakkında Diğer Yazıları

Orhan Cem Çetin ile fotoğraf kitaplarına dair ufak bir sohbet gerçekleştirmeyi amaçlıyorduk. Amacımız "Bedava Gergedan" ve Kara Kutu Cep Kitapları'na dair konuşmaktı. Şans, daha farklı bir sohbetin kapısını araladı ve bir saatlik sohbetimize başka fotoğrafçılar da konuşarak ya da dinleyerek katılıverdi.

Bir masanın etrafında türlü türlü üretim pratiklerine sahip insanlar bir arada olunca, söyleşi de ne sadece Orhan Cem Çetin ile gerçekleşti, ne de sadece kitaba dair oldu. Bu nedenle Orhan Cem Çetin vs. ile "Kitap vs." üzerine bir söyleşi okuyacaksınız.

 

Fotoğraf Kitabı Üretimi ve Tasarımcı ile Fotoğrafçı İlişkisindeki Dansa Dair…

Eren Sulamacı: Fotoğraf kitabıyla başlayalım öyleyse. Bizim derse de gelmiştiniz, belki nasıl bulduğunuzdan başlayabiliriz.

Orhan Cem Çetin : Dersin kurgusunu çok sevdim. Hem tasarım hem fotoğraf kökenli insanların bir arada ders veriyor olması bence çok önemli. "Ne var ki bunda, çok bariz" diye düşünebilirsiniz belki. Ama mesela hem Bilgi'de hem de Bahçeşehir'de öğrenciler kimi zaman mezuniyet projesi olarak kitap yapmayı düşünüyorlar. Biz de onlara sürekli şunu hatırlatıyoruz: "Bak, ortaya çıkan şey bir tasarım ürünü. Bunun imkanlarını dikkate almak mecburiyetindesin.". Ama çoğu zaman, bir sergi kataloğuna benzeyen, sadece sayfaların içinde fotoğraflar şeklinde kurgulanan kitaplar ortaya çıkıyor. Yani tasarımın imkanlarının hiçbir şekilde kullanılmadığı bir kitap çıkıyor ortaya. Halbuki kitabı bir sergileme alanı, portatif bir galeri olarak düşünmek ve izleyici deneyimini daha fazla dikkate almak lazım.

Ayrıca fotoğrafçıların her şeyi kendi başlarına yapmak gibi bir eğilimleri var. Bu eskiden daha bir elle tutulurdu, "Kendi fotoğraflarını basmıyorsan fotoğrafçı sayılmazsın." gibi. İşin bir kısmını başkasına yaptırmak sanki o kişiyi mesleğin dışına atıyormuşçasına. Halbuki, örneğin bir mimar bir binayı tasarlayıp bırakıyor, bizzat gidip kendisi yapmıyor. Veya bir yönetmen film yaparken kamerayı da o kullanacak diye bir şey yok. O yüzden ortak çalışma yapmak, tasarım konusunda destek almak, ortak fikir üretmek de kıymetli.

Eren: Koreografi gibi diyebilir miyiz? Fotoğrafçı koreograf gibi.

Cem: İcrasını başkası yapıyor diyorsun?

Eren: Evet. Örneğin Pina Bausch dans edecek kişiye "Bahar gibi bir şey, güneş olsun içinde…" diye anlatıyor ve "Bunun hareketini yap bana." diyor. Dansçı da yapıyor.

Cem: "Yaratıcı dansçı" diyorlar buna koreograflar. Bir yönelim veriyor, örneğin "Bu salonun ortasında bir çukur düşünün." diyor. "O çukurun kenarına geldiğiniz anda içine yuvarlanıyorsunuz.". Oturuyor, izlemeye başlıyor ve bir ifade yakalıyor. Orada bir hareket olduğunu fark ediyor ve "Bir dakika, bunu unutmayın." diyor. Sonra bu hareketi sabitliyor.

Şener: Bir hareketi/sahneyi görmek ve onu unutmamalarını söylemek bana doğrudan fotoğraf gibi geldi. Sadece kaydeden zihin yerine bir film ya da hafıza kartı.

Cem: Evet evet. O doğaçlamanın içinden kendi işine gelen veya onun zihnindekine yakın olan devinimleri sabitliyor ve koreografisine dahil ediyor. Aslında tasarlamış değil, doğaçlamanın içinden onu topluyor. Fotoğraf çekmek de birebir öyle bir şey.

Eren: Fotoğraf kitabında da dansçının yapamadığı ya da koreografın hayal edemediği beden hareketini tasarımcı fark ediyor. Tasarımcıya "Öyle bir kağıt olsun ki ona dokunmak isteyeyim, narin, nazik bir şey olsun çünkü benim fotoğrafım öyle." diyorsun o da o kağıdı buluyor.

 

Basılı Kitabın Farklılıklarına, Dijital Devrime ve Müzik Dinlemeye Dair…

Eren: Ara Güler'in kitabında da, Thames&Hudson'da da aynı sert kapak var. His olarak ikisi de aynı. Ama örneğin bir adam kitabının kapağını kefen bezi yapmış, başka bir duygu ve tercih var burada.

Cem : Ben de kalıcılıktan ziyade bunu önemsiyorum. Örneğin benim kitabım bu Kindle. Bir süredir buradan kitap okuyorum. Bana kalırsa senin yaptığın kitabın bunun içine giremeyecek bir şey olması lazım. Ki Kindle'ı edindikten sonra hatırı sayılır derecede arttı okuduğum kitap sayısı. Bu nedenle bugün kağıt üzerinde kitap yapmak için çok iyi bir sebebin olması gerekiyor. Buradan veya ekrandan ulaşamayacağın bir şey olması gerekiyor.

Zaten bana kalırsa şu anda "photobook" ya da "artist book" konusunun gündeme gelmiş olması veya kitap tasarımının özel bir hale gelmesi tamamen bununla ilgili. Çünkü bir insanın bunu alması, elinde tutması, sahip olmak istemesi için iki kapak arasında sayfalar olan kitaptan daha başka bir deneyim sunması gerekiyor.

Eren : Ya da duvarda görmekten başka bir şey olması…

Cem : Ya da duvarda görmekten daha başka bir şey olması gerekiyor, evet. Bu da iyi bir şey tabii. Çünkü maddesellikle, dokunabilmekle ilişkimiz değiştiği için genel olarak el yapımı şeyler kıymete bindi, unplugged mantığı.

Aslında dijital devrim kendini ilk olarak müzikte, seste gösterdi. Oradaki süreçleri incelemek bana anlamlı geliyor. Virtüözitenin maharet olmaktan çıkması ilk orada tartışıldı. Biri oturup senfoni yapıyor bilgisayarda. Bunlar çok daha erken yaşandı müzik alanında. Veya CD'ye basılmış müziğin orjinalle özdeş olması, kopyadan ayırt edilememesi… Banttan CD'ye geçişte de böyle bir şey oldu. Sonra mp3 patlaması!  En sonunda bedava dağıtmaya başladılar, konser önem kazandı.

Cemil Batur Gökçeer: Mallarme'ın "Zarla Şans Dönmeyecek" diye bir şiiri var. Anlamını kelimeler arası punto farklılıklarını kullanarak kuruyor. ​Matbaanın çıkışıyla yayıncılıkta yaşanan devrim ve ardından gelen dizine, tasarıma, hıza karşı verilen bir tepki de bu aynı zamanda.

Cem: Muhakkak. Sen müziği longplay üzerinde sunduğun zaman 25-26 dakika tamamlandığında bir ara vermek zorundasın, kapasitesi o. Bu, CD'de farklı bir zaman dilimine dönüştü, online müzik olduğu zaman daha başka bir şeye dönüştü. Mecra seni bir formata girmeye zorluyor tabii ki. Örneğin senfonik rock dinliyorsan tam orada "fade out" oluyor. Kendine gelip plağı ters çevirmen lazım.

Öykü Canlı : Ama formatı ve deneyimlemeyi düşünüp ona göre üretenler de var. Mesela Pink Floyd plaklarında bunu düşünmüş.

Cem : Evet evet. Bunu bir olumsuzluk olarak değil, suistimal edilecek bir imkan olarak da düşünebilirsin. 26. dakikada ara vermek mecburiyetini bir avantaja çevirebilirsin. Kitabım Bedava Gergedan, çok klasik bir kitap; dediğim gibi iki kapak arasında sayfalar. Ama okuma hızıyla ilgili kalibrasyon koydum içine. Kendini kalibre etmek zorundasın, yoksa aynı etkiyi göstermiyor metin. Kafana göre bir hızda okuyamazsın yani.

Mehmet Ulusel ile sayfaları hazırlarken, o an gelen bir fikirle siyah sayfa attık araya. İşte o meşhur kepek kontrol sayfası…

Şener: Bahsettiğiniz, Kindle'da yapılamayan sayfa.

Cem : Evet, Kindle'da yapamazsın. Bir de bu atlamaları da yapamazsın kolay kolay. Kitap boyunca bir armoni, akış, duygu tonu, kreşendolar var. Ama anlatı tarzında olmadığı için herhangi bir konu da akmıyor yani. O yüzden herhangi bir yerinden başlayabiliyorsun okumaya.

Öykü: Kindle'da fontlar, boyutlar özelleştirilebiliyor mu?

Cem : Yapabiliyorsun ama boyut değişince bütün sayfalar kayıyor tabii. Kindle'da sayfa diye bir şey yok, lokasyon var.

Öykü: Bazı kitapların bir yayınevinden çıkmış versiyonunu rahat okuyamadığım için başka yayınevinden aldığım oldu.

Cem : Tasarım… Ve sadece o da değil, ben bir ara çocuk yayıncılığı yaptım ve hala aklımın bir köşesindedir bu. Orada bunu bir çocuğun okuyacağını ya da bir yetişkinin çocuğa okuyacağını dikkate almalısın. Özellikle okul öncesinde, örneğin biri okuyacak ama resimlerini de gösterecek. Veya ilk o kitaptan okumayı öğrenecek. Orada kullandığın font, sözcükler, resimlerin sadeliği, büyüklüğü… Asıl şunu söyleyecektim: Çocukluğumda, babam Fransa'dan bez kitap getirmişti bana. İçinde hiç yazı olmayan sadece hayvan resimleri olan, kumaştan yapılmış bir kitap.

Öykü: Silinebilir falan mı?

Cem : Tabii yıkanabilir, silinebilir… Ama n'aparsan yap, yırtamıyorsun. Bu mesela süper bir şey! Esen Karol'un muazzam kitap tasarımları var biliyorsunuz. Arter'de Avustralyalı bir sanatçı olan Patricia Piccinini'nin sergisi açılmıştı, hatırlıyor musunuz? Birtakım tuhaf hayali mahluklar, korkutucu görünen ama bir yandan da insani pozlar içindeydiler. O kitabın kapağında ısıya duyarlı bir mürekkep kullandı. Siyah bir alan vardı yanlış hatırlamıyorsam, elinde tuttuğun zaman, bir süre sonra elinin sıcaklığından dolayı parmağının değdiği yerler şeffaflaşıyor ve alttan bir yazı görünüyordu. Gerçekten de sana tepki veriyor kitap, bu müthiş bir şey bence.

Öykü: Kendini açıyor insana.

Cem : Ve bu, dokunduğun zaman oluyor, inanılmaz. İşte elindeki kitabı e-kitaptan farklılaştıracak, ona sahip olmanı gerektirecek bir sebebin olacak. Mesela kartvizit tasarımının bir standardı var, öyle yaptığın zaman bir yığının içine giriyor. Bu standardın dışına çıkarsan çöpe atamıyor karşı taraf. Örneğin fazla küçük, fazla büyük, üçgen şeklinde olduğu zaman. A4 standardının dışına çıktığın anda, bu kadar basit bir şeyde bile farklılaşıp üstte duruyor işin. Ben biraz şuna da benzetiyorum, eğer kitap bir mecraysa, mekana özgü sergiler ya da spesifik koreografiler gibi düşünmek lazım. Başka bir yerde sergileyemezsin, o dans başka bir yerde yapılamaz. Hem mekanı parlatıyor böyle bir iş, hem de izleyici deneyimini biricik hale getiriyor. Kitap tasarımını da bu şekilde dikkate almak lazım, başka bir formatta olamayacak o seri.

 

Kara Kutu Cep Kitaplarının Tasarım ve Yayınına Dair…

Şener : Yayına hazırladığınız "Kara Kutu Cep Kitapları Serisi"ne ihtiyaç duyulmasının nedeni sanıyorum o dönemde fotoğrafa erişilebilirliğin kısıtlı olmasıydı. Şu an sayamayacağım kadar çok fotoğrafçı dijital olarak cebimize bile sığsa da, o dönem için bu gerekiyordu galiba.

Cem : Tabii tabii. Bu ikinci formatı hatta. 13. ve 14. kitaplarda tasarım değişikliği yaptık. CD-booklet boyutuna çektim kitapları, 12x12cm, 70x100cm bir paftadan katladığınız zaman, tek bir yaprak kağıttan çıkıyor bu kitap. Önce daha farklı bir boyutu vardı. O dönem Reklamevi'ne iş çekiyordum, Bülent Erkmen ile reklam ajansı-fotoğrafçı ilişkisi içinde sık görüşüyorduk. "Böyle bir kitap serisi yapmayı düşünüyoruz katkınız olabilir mi?" sorusuyla ona gittik. O da bir tasarım yaptı ve tema oluşturdu. Bülent Erkmen'in o dönem kullandığı bir dış kapak-iç kapak mantığı vardı. Dışta daha ince dokulu bir kağıt, içte kalın kuşe kapak, sonra da normal sayfalar başlıyor. Bunu Karakutu'ya da uyguladık ama iç kapak sert olduğu için, dış kapak eline aldığın anda kıvrılıyor, buruşuyor ve kısa sürede kopup gidiyordu; çok sevilmedi.

Bir de iç kapakta fotoğrafçının portresi olacak diye bir standart vardı. İlk iki kitap Nazif Topçuoğlu ve Mesut Güvenli'ydi galiba, ikişer ikişer çıkartıyordum. Nazif portreyi oraya koymayı direkt reddetti; "Ne alakası var, benim orada neden suratım olsun ki!" dedi. "Ama tasarımcı, yani Bülent Erkmen öyle istiyor." dedim. "Hiçbir şekilde olmaz! Ben o halimle o seriyi çektim gibi çağrışımları olur bunun." dedi. Bir de "Ne gerek var ben insanlara suratımı niye gösteriyorum ki?" deyince haklı buldum ben de. Onu kaldırdık. Basılınca Bülent Erkmen gördü ve "Benim istediğim bu değildi." deyip isminin künyeye girmesini reddetti. Tasarımcısını belirtmeden, sadece tasarım uygulama diye belirtilerek yayınlandı. Sonra sıkıldım bu durumdan ve 12. kitaptan sonra ben yaptım tasarımı. 

Eren: İlk fotoğraf kitabınız falan diye sükseli bir başlık koyalım o zaman buraya.

Cem : Ben kendi kitabımı basmak için de can atıyordum ama "Adam hem yayıncılık yapıyor, hem de kendi kitabını basıyor." demesinler diye erteledik. 14. kitap olarak kendi çalışmamı bastım.

Öykü: Bayağı bir ertelenmiş.

Cem: Sponsor vardı başlarda ama bu kitapta artık yoktu. O yüzden finanse edememeye başladık. Onun üzerine seri öldü. Yani ölmedi de uykuya daldı.

Eren: Zaten bütün fotoğraf hikayeleri böyle bitiyor galiba. Finanse edilememeye başladı ve…

Şener: Prensini bekleyen cam fanus içinde uyuyan fotoğraf hikayeleri. Uyanması için illa biri öpecek.

Cem: Başta "2 ayda 2 kitap" diye düşünmüştük. Amacımız buydu fakat böyle bir şeyi dile getirdiğiniz takdirde periyodik yayın gibi algılanıyor. Dağıtıma da vermiştik mesela, bir sonraki kitap çıktığında ilk ikisini iade etmeye çalışıyorlardı. Ama bu dergi falan değil yani. Çeşitli yerlere bırakıyorduk; laboratuvarlara, Şahabettin Abi'ye, kitapçılara… "Çok küçük." dediler. "Rafın arkasına düşüyor, sattık oluyor. Orada durduğu halde parasını ödemek zorunda kalabiliriz." Robinson sattı, bir süre sonra onlar da istemediler. Ya da tezgaha koymalarını istedik, "O zaman kasanın yanında broşür zannedip alıyorlar parasını alamıyoruz." dediler. Herkes acayip güzel karşıladı bu fikri ama kimse satın almadı.

 

İyi Fotoğraf, Bakma Süresi ve Radyodaki Ses Enstelasyonlarına Dair…

Eren: FUAM Fotoğraf Kitapları Festivali'nde biri "Ben bunu almak istiyorum" diyerek yanıma geldi ve bayağı uzun sohbet ettik. Ama bizim standın yanındaki Ara Güler ve Kamil Fırat kitaplarının yanından gelmişti. Bizim stant karışık tabii, mühendisi var mimarı var. "Onlar kötü" dedi. Dedim o zaman iyi fotoğrafı konuşalım.

Şener: Sert kapaklı, ciltli ise iyi fotoğrafçı mıdır?

Eren: Onlar tamam iyiler de, işin farklı bir boyutu var. İyi fotoğrafa doyduk artık. Yüksek lisans tezimin başlığı şu: "Bütün iyi fotoğraflar çekildi, kötü fotoğraflar üzerine konuşalım.".

Cem: İyi fotoğrafa fazlasıyla doyduk canım…

Eren: Ama ilginç fotoğrafik deneyim denilen şeyin kitapta olabileceğini düşünüyorum.

Cem: Neden öyle düşünüyorsun?

Eren: Öncelikle istediğin her yere götürebileceğin, başka insanlarla değiş tokuş yapabileceğin bir şey. Sergi uçucu, Batur'un sergisi bir ay açık kaldı, bitti. Bir daha o deneyimi yaşayamam ama o portatif sergi alanına 30 sene sonra bir daha bakabilirim.

Batur: Bir de onların bir arada oluşturduğu şeyin bir manası var. Bir fotoğrafı tek başına o kitaptan çıkarttığın zaman veremeyeceği, ancak bir aradayken verebileceği bir uzam yaratıyor. Bir hareket var fotoğrafta ve kitap o hareketi tekrar ede ede ilerleyen, gözü davet eden, orada tekrar canlandırma becerisi gösteren bir şey sağlıyor.

Eren: Bir başka konu da fotoğrafa bakma hızı.

Batur: Mesela bir edebiyat fuarında kitaba, fotoğraf kitabı fuarında bakıldığı gibi mi bakılıyor? Bakılabilir mi? Bakılamaz. FUAM'da ya da başka bir yerde, fotoğraf kitabına bakma hızı, dergiye bakma hızından farksız. Garip ve kitapla ilgisiz bir ritim var sayfaları çevirirken.

Cem: Ama orada yüzlerce kitap var ve hepsine hak ettikleri zamanı verme şansın yok. Ancak kitaba sahip olursan o dediğin şey olabilir.

Şöyle bir şey var, bilenler bilir geçmişte yaptığım radyo programlarından biri bir sanat disipliniyle, Gaygoni A.G. Radyo sanatı ile ilgiliydi ve örneklerini çalıyorduk. Açık sahne gibi de kullanıyorduk orayı, canlı performanslar oluyordu. Bu, Avusturya'da bir radyo programının başlattığı bir girişim. Manifestosu radyo yayını üzerinden ses heykelleri oluşturmak. Bunun hem sanatçıya hem izleyiciye sağladığı bir takım imkanlar var. Radyo yayını olduğu için, herhangi bir yerde dinliyor olabilirsin ve senin orada ürettiğin sesler izleyicinin bulunduğu ortamın kendi sesleriyle karışmak mecburiyetinde. Orada izleyiciye özgü, hiçbir yerde olmayan bir kopya oluşuyor. Herkesin kendi edisyonu oluyor bir anlamda. İkincisi sen çok nahoş, can sıkıcı, rahatsız edici bir şey de yapıyor olabilirsin sanatçı olarak, karşındaki de beğenmiyorsa zaplar. İzleyicinin bu olanaklarını bildiğin için çok uçlara gitme şansın var.

Bunu konser salonunda yapamazsın mesela, çünkü seyirci tutsak olarak oturuyor ve kaçamıyor. Ama radyoda yapabilirsin, o cüretin var. Bir sanatçının "Applause" diye bir işi var, 35 dakika kadar alkış sesi… "Hep birisi bir şey yapar ve ardından alkış sesi gelir." diyor. Alkış hep daha tali ve eklemlenen zavallı bir şey ya… Ama o da nihayetinde bir ses ve dinlenecek bir şey olarak sunabiliriz. Biz bunu çaldık radyoda. İnsanlar radyo takıldı falan zannettiler. Ara sıra anons giriyorduk "Şu anda şunu dinliyorsunuz" diye. İstemeyen bırakıp gidiyor. Kitaba bağlayacak olursak: sen bir sergide gidip resmin üstüne bıyık yaparsan vandal olursun, seni cezalandırırlar. Ama bunu kitaba yaparsın. Sayfasını kopart, üstünde balık ye, kişiselleştir. Mesela Susan Sontag'ın kendi kitaplığındaki kitapların sayfaları yayınlandı ya, hangi satırların altını çizmiş, bu çok kıymetli bir şey. Veya Walter Benjamin'in notları yayınlanıyor şu sıralar, orada bir yerin üstünden geçmesi ya da bir tashih yapmış olması… Herkesin kendi kopyası var, canın ne istiyorsa yap. Michael Landy diye bir İngiliz sanatçı var, sahip olduğu her şeyi öğüttü ve yok etti performans olarak. Bir depo tuttular, buraya öğütücüleri olan bir imha hattı kurdular. Kendi evinden getirdiği eşyaları o sistemden geçirip un ufak ederek çuvallara doldurup attı. Sanat koleksiyonunu da yok etti. Ve en çok tartışma orada ortaya çıktı, "Bunu yapmaya hakkın yok." gibi. O da "Ben satın aldım, benim malım sonuçta, satmasaydınız o zaman." dedi. Hani bu kamusal hafıza, kültür ise benim buna sahip olmama nasıl izin verildi ki? Zaten sen evine götürüp koyduğun anda tedavülden kalkmış durumda.

 

Sanatı Kavramak, İçsellik ve Etkinliklere Dair…

Eren: Fotoğrafın bir şeylere doyduğu, dekonstrakt olduğu, "Burada sanatçı ne anlatmış" gibi sorular sorulmaması gereken nesneler dönüyor fotoğraf kitaplarında. Bak, anlamıyorsan bir daha bak, 10 sene sonra bir daha bak ya da hala anlamıyorsan bu senin kitabın değildir.

Cem: Sanat eskiden daha çok duygularla iletişim kurduğumuz bir şeydi ya, giderek akılla ve bilgiyle ilişki kurmaya başladı. Hissetmekten çok kavramak oldu. Ona da bir geri dönüş olabilir şu anda. Dijital kültürün çok determinist bir şey olmasından olabilir veya bir dönemde sanatçıların daha çok istatistikçi, antropolog gibi davranmaya başlamasının soğutucu bir etkisi var, onun dönemini tamamlamış olmasının da bir etkisi olabilir. Fotoğraf da herkesin yapabileceği bir şey, bir orta malı olduğu için herkes fotoğrafla şiir yazıyor şu anda. Duyguyla ilişki kuruyoruz, kavrayacak bir şey yok ortada.

Eren: Kitap sunumlarında en çok kullanılan kelimelerden biri "içsel"di. Torna'da şöyle bir uygulama vardı: Yeni gelen kitapları alıyorlar ve siz bir zaman çizelgesinden rezervasyon yapıyorsunuz. Ayakkabılarınızı çıkarıp bir saat o kitapla vakit geçirdiğiniz bir ortam var yani.

Batur: Bir insanın bir kitapla baş başa kalabilmek için etkinlik gibi bir tasarlanmışlığa ihtiyaç duyması üzücü.

Cem: Ben neyi üzücü bulduğunu anlayamadım tam olarak.

Batur: Etkinliklerimizi de kendimiz tasarladığımız bir zamandayız. İşin açıklanmasına yarayan söyleşiler, kitapla okuyucu arasında gerçekleşmeyen bir zaman kesitini etkinlik olarak tasarlamak, bende işin kendisiyle aktarılamamış olanı söyleşerek aktarma hissi bırakıyor.  Bir sanatçı olarak ele alacağım konu kitaplarla insanlar arasında zaten olması gereken ilişkiyi saatleri ayarlanmış bir etkinlikte yeniden sağlamak mı, yoksa bu ihtiyacı üretilen kitapta işleyerek aşılacak hale getirmeye çalışmak mı? Belki de o bir saatte kitabı yapanlar kendilerini o odaya kilitleyip, bunu nasıl aşabiliriz diye sormalılardı birbirlerine. Bu sorular son dört senedir sanatın paylaşımına dair etkinlikler düzenler ve içerisinde buluşurken bende peydahlanmış olanlar. Üzüntüm ise çok kişisel, bu bahsi geçen etkinlikler belli ki vesile oldu bunun hortlamasına.

Cem : Ben de şöyle düşünüyorum: Woody Allen'ın her sene bir film yapmak gibi bir kararı var ve bunu ısrarla uyguluyor. Bir sürü çöp çıkarken arada da başyapıt çıkabiliyor. Bu disiplin içinde çalışmasa o başyapıt belki olamayacaktı. Bu buluşmaları organize etmenin ne sakıncası var? Her öğün muhteşem bir yemek yemeyi istesen de bazen hayal kırıklığına uğruyorsun.

Demin söylediğim gibi, sanatta akılla ilişki kurarsan, dinleyici olarak aptalca bir şey söylemekten korktuğun için fazla ses çıkaramıyorsun. Halbuki aptalca his diye bir şey olamaz. Doğallıkla bu gelir ve bunu her şekilde belli edersin, ağlarsın gülersin… Ve kimse de bunun için sana banal diyemez.

Eren: O alan, o salon bir etkinlik değilmişçesine de kurgulanabilir mi acaba? Halı atölyesi var mesela, ondan çıkan parçaları yere serip yer sofrası yaparsın, ayakkabılarını çıkarıp girdiğin bir yer de olabilir.

 

Sergilere, İzlemeye, Eren'in Dayısı ve Batur'un Annesine dair…

Cem: Fotoğrafa baktığın halin de değişiyor. Galerideysen edepli olmak zorundasın, kitapla vandal olabilirsin veya burnunu karıştırabilirsin. Hatta bir fotoğrafı –orada eğer başkaları da varsa- nasıl izleyeceksin? Künyesi varsa bakmak zorundasın, bir uzaklaşacaksın bir yakınlaşacaksın, herkes görüyor seni ve o fotoğraflara nasıl bakacağınla ilgili bir kalıp var; onu yerine getirmen lazım. Sanki çok ilgini çekmiş gibi bir zaman geçirmen lazım.

Eren:  Yanında biri varsa, "Ne anlatıyor bu, hımm." demen lazım. REM Art'ta bir sergimiz oldu, inşaat mühendisi dayım geldi. Girer girmez, "Hadi anlat bakayım" dedi. Çıkışta konuşabileceğimizi söyledim. Bir süre sonra baktım, mimariyi incelemeye başlamış. "Vallahi Eren ben inşaat mühendisi adamım anlamam." dediğinde, "Öyle şey olmaz, bir şey anlarsın ya da anlamadığını anlarsın. Belki de biz anlatamamışızdır." dedim. "Ama ben bakıyorum en çok yer kaplayan senin işin, bu da bir şeydir." dedi, gaza geldi, sırtıma vurdu.

Batur: Torun'da yaptığım son sergide yaptığım bir işin ilk kez annemle gerçekten iletişim kurduğunu hissettim. Şöyle demişti gece evde uykusundan uyanmış sayıklar bir şekilde: "Batur, sergin çok rahatsız ediciydi ve psikolojini hiç iyi görmüyorum. Endişelendiriyor bu beni.".

Şener: Son serginde annenin bir fotoğrafı vardı. Açılışta karşılaştık, diğer teyzelere, "Bakın bu da benim fotoğrafım." deyip önünde fotoğraf çektirdiklerini gördüm.

Batur: Öyle bir oryantasyon da oluyor tabii. Anneannem "Ben neden yokum!" diye çok kızdı. Halam var, halam da araba koltuğunun arkasındaki fotoğraf.

Eren: Sergide bir etkileşim kurmaya çalıştığınızda onunla etkileşen izleyiciler olduğu gibi, onunla dalga geçen başka izleyiciler de var. Aslında o başka izleyiciler kurduğun düzenekte bir tiyatroyu izliyor gibiler. En basitinden bir düğme koydun, biri geldi düğmeye bastı, diğerleri "izleyici, düğme, düğmeye basan" görürken, birebir deneyimleyen ayrı bir şey görüyor. Ama bir şekilde o tiyatronun bir parçası oluyor ve bunu çözemediğinde, komik olabiliyor. Düğmeye basmaya, dokunmaya çekiniyor, sanat karşısında küçük düşme ihtimali var. Sanat yani! Ama kitapta öyle bir şey yok, yatakta istediğin etkileşimi kur.

Cem: Kendini aniden bir kitapla baş başa bulmazsın, sen seçip almışsındır. Dolayısıyla kitapta bu çekingenlik geçmiş oluyor ama sergide öyle değil.

 

Bunalımlara Dair…

 

Unknown voice: Bu müthiş optimizmin nereye varacak senin Cem? Konuşurken o da olur bu da olur, eve gidince oturuyorsun. Ne olacak?

Cem: Ya şöyle, kötümserliği denedim…

Unknown voice:

Şu söyleşi alışkanlığından kurtulalım, evde ne isek burada da o ol! Bunalımdayım ben eve gideceğim, "O da olur, bu da olur" olmuyor kardeşim olmuyor!

Cem: Yahu o bunalım başka bu başka; iş başka o başka…

 

Not: Söyleşi çözümlemesi için Dilara Temel'e teşekkür ederiz.