İrem Sözen'in Birkaç Fotoğrafı Üzerine

#15
Merve Ünsal
Hakkında Diğer Yazıları

Geniş Açı Proje Ofisi'nin yani Refik Akyüz ve Serdar Darendeliler'in biraraya getirdiği üç sanatçının işlerinden oluşan Elipsis Galeri'deki Paralel Gerçeklikler sergisinde İrem Sözen'in işlerini ilk defa bizzat gördüm.

İzleyicinin mekana girdiğinde gördüğü ilk işler, İrem'in siyah-beyaz fotoğrafları. İsminin ‘Recall' olduğunu öğrendiğim bu seri, nispeten küçük ölçekli fotoğraflar ile L biçiminde, bir kısa bir uzun duvara yerleşmiş. Bir kadının belki saçını savururken belki hayır derken belki de gülümsemeden hemen evvel çekilmiş flu fotoğrafı, benim için bu serinin künyesi niteliğinde. Uzaktan izlenen, yakınından içine girilen manzaralar, o manzaranın bir parçası olmuş olan beden, ışık huzmeleri lirik bir görselliği en sıradan ve tanıdığımız anlar ile yaratıyor. Diğer bir deyişle, baktığımız şeylerle olan ilişkimizi, İrem'in sade anlatımı sanki kurcalamadan, basitleştirerek yorumluyor.

Kayıp Zamanın İzindeki annenin yanağı yakan, özlenen, arzulanan öpücüğünün rutinliği, İrem'in yalın görselliği ile akraba sanki. Proust referanslarını çoğu zaman sıkıcı bulsam da belki bu yazıya geceleri geri döndüğümdendir, ister istemez o anlık görsellikleri, dokuları, kokuları düşünüyorum Proust'un tasvirlerinde hayata geçen. Merdiven trabzanlarından yastığın dokusunun, kokusunun hissedildiği sayfalar ile İrem'in bir şeylere işaret etmesi arasında ilişki kuruyorum. Fotoğrafta sık sık üzerine konuştuğumuz gerçeklikle kurulan o geçirgen ilişkinin öznellik ya da öznelliğimsi bir şeyler üzerinden kurgulanmış olması çekiyor beni bu fotoğraflarda.

Ne demek istediğimden kendim de emin olamadığımdan somut bir örnek vermeye çalışacağım. Orman yoluna benzeyen bir yerde yatan kadının fotoğrafı. Gözüken durum oldukça şüpheli aslında. Herşey yolunda mı? Bu kadın neden orada yatıyor? Burası neresi? Gündüz olsa da bir tekinsizlik var baktığımız olayda. Öte yandan da İrem'in kurgusu ve yaklaşımı içerisinde bu durum, bir hale dönüşüyor. Gösterdiği, ifade ettiği, çağrıştırdığı şey bir simgeye dönüşüyor. Bir daha böyle hissettiğimde sanki, hah, şu fotoğraftaki gibi diyeceğim.

Bu anti-ikonografi üzerinden kişisel ikonografiye dönüşme hali, İrem'in kullandığı o grenli görsellikle de ilgili tabi. Oldukça sinematik olabilecek şeyler, bir nebze uzaklaştırılıyorlar bizden bu görsel dağarcıkla. Bu sayede de aslında kendimize yakın hissettiğimiz bir şey aynı zamanda soyutlaşıyor, görsel olarak gördüğümüzün aynası olmak yerine başka bir anlatım olduğuna dikkat çekiyor. Fotoğraf olarak kendi yaptığını bu farkındalık da İrem'in işlerinin inanılırlığını değil de anlatabilirliğini kuvvetlendiriyor.
 
Camsız kutu çerçevelerde sergilenen fotoğrafların mat kağıda basılmış olması da bu dokunulunabilir duygu-hafıza-zaman ilişkisinin altını çiziyor. Çabucak kurulabilen o kişisel ilişki, fotoğraflarla yakınlaşma isteğinin kamçılanmaması, bu bireysel yolculukla izleyici arasındaki bağı kuvvetlendiriyor.
 
Son bir fotoğraftan bahsedeyim. Ağaçların arasında uçuşmakta olan küçük küre fotoğrafı. Ya da baktığımın bu olduğunu farz ediyorum. Fotoğrafı didiklediğimde fark ediyorum ki sanki altın orana nispet yapan bir kompozisyona sahip olan bu andaki yansıma, bizim bütün baktığımız şeylerin aslında görsel yorumlar, anlatımlar olduğuna dikkat çekiyor. İrem'in fotoğraflarında yarattığı, izleyiciler olarak bizi ortak ettiği dünyanın belki de bir özeti, künyesi bu fotoğraf. Bu kadar mükemmel, mükemmel olduğu kadar önemsiz, önemsiz olduğu kadar da kendini farkında.

Kundera'dan bir alıntıyla sonlandırmak bu anlatımsız anlatımı sahiplenmiş fotoğraflarla ilgili yazı için uygun olabilir. Kundera rüyalardan bahsederken rüyaların güzel olmak zorunda olduğunu, yoksa insanların rüyaları çok kolay unutacağından bahsediyor. İrem'in fotoğraflarında da benzer bir his var. Sanki varlıklarını doğrulayan olma biçimleri, sıradanlığın estetik bir şekilde gösteriliyor olması onların akılda kalmasını sağlayan.