Silva Bingaz'a Açık Mektup

#19
İpek Çınar
Hakkında Diğer Yazıları

Nisan 2016

Sevgili Silva,
 
Umarım iyisindir, keyifler yerindedir. Daha önce birkaç kere aynı ortamda buluşup, konuşma şansına erişsek de tanışıklık seviyesine geldiğimizden hala pek emin değilim. Bu da genellikle biz taze fotoğrafçıların içinde garip bir hisse peydah oluyor. İşleri takip edilen, röportajları sayesinde ilgi alanlarına bir nebze hakim olunan, sevilen bir fotoğrafçı insanın karşısına çıktığında, yaşanan bir utanma ve geri çekilme halinden başka şey olmuyor. Bu tek taraflı iletişimin yarattığı, bir nevi "stalker"lık hissi ise taze ve meraklı olmanın handikapı olsa gerek.
 
Bu mektubu yazmaya uzun süredir niyetli olsam da; taşların tam anlamıyla yerine oturuşu -taşların yüreğime oturuşu da diyebileceğim- üstte de görseli bulunan "Prenses Kaguya Masalı"nı seyretmemle oldu. Uzun süredir seyrettiğim en ince, ancak en yaralayıcı film olan bu masal; köylü bir adamın rastladığı, bambu gövdesinden doğan ve "prenses" olması gerektiğine inanılan bir genç kadının hikayesi. Film, bir kadının çocukluktan kadınlığa eriş süreci ve babası ile toplumun dayatmalarına maruz kalışını anlatıyor. Kocaman kahkahalarla gülüp kocaman kocalardan uzak duran, prenses olma yolunda kaş aldırma ve dişlerini siyaha boyatma gibi geleneğinin öğrenilmiş güzellik anlayışlarına şiddetle karşı çıkan, her daim doğaya geri dönmeye uğraşan bu kadının masalı, üzerimde gözyaşı döktürecek denli iz bıraktı. Filmin günlerce dilime dolanan şarkısını mırıldanırken (1) duvarımda denk geldiğim fotoğrafınla beraber ise; çalışmalarında sanki sessiz sessiz söylenen, buna rağmen hırpalayan mırıltının ayırdına bir kere daha vardım.
 

 

"Hışırtı-sohbetlerini yapabilmek için, tarlalar içlerinde yürünmesini istiyor, nehir ise her zaman karanlıktan sonra ziyarete çağırıyordu. Geceleyin ormanda ateşler yakılması gerekiyordu ve öyküler, yetişkinlerin işitme menzilinin dışında anlatılmalıydı." (2). Bu fotoğrafın bende bıraktığı, öğrenilmiş olan her şeyi reddedip doğanın/doğalın sesini dinleme hissiyatı müthiş bir dayanışma gücü veriyor.

 

Sevgili Silva, daha fazla şiir okumak lazım! Başı iki avuç arasına alıp daha fazla sorgulamak; ceviz misali kabuğunu kırıp, temizleyip, meyvesini bulmak lazım. Bu temizleme uğraşında gerekirse tırnak izi lazım. Mutlak bir doğaya dönüş lazım. Pek tabii, orada yeniden doğuş da lazım. Bunu düşündüğüm ancak çabadan ürktüğüm anlarda ise öfkesini üretimiyle harmanlayabilen kimilerini görüyor, umut doluyorum.

 

 

Bu noktada, durup toplumsal cinsiyet rollerinden; iki cinsin birbirine karşı giriştiği iktidar ilişkisinden; yani her birimizin kendine farklı bir noktada yer bulmaya çalıştığı erillik/doğurganlık arasındaki çizgiden yola çıktığını betimlediğin çalışmalarını düşünüyorum. Bunun ipuçlarını çalışmalarında görsem de; baktıkça fark ediyorum ki çıkış noktam yanlış: bunun oluşundan ziyade olmadığı görseller daha çok anlatıyor cinsiyet rollerini. 2002 yılında başladığın, bin makaraya yakın filmle betimlemeye çalıştığın "Kıyı", her birimizin kodlarımızdan arınarak en çıplak halimizle var olduğumuz yer olarak ortaya çıkıyor. Bir başka deyişle, cinsiyetten de arınmışlığıyla. Bu çalışmanda sıklıkla yer alan doğa fotoğraflarını gördükçe ağaçlara yüklediğim kimliği düşünüyorum: her şeyi gören ancak susan, alçak gönüllü, sabırlı ve kesinlikle bağışlayıcı. Sözü fazla dağıtıyorum, ancak tam da sözün dağılması gereken yerde olduğumu düşündüğümden: çalışmalarının kendi içinde kesinlikler, kanıtlar içeren ağır toplumsal cinsiyet kuramlarından değil; tamamen doğadan, hissi olandan ve tanımlanamayandan yola çıkmasından. Bu çalışmaya yıllarını vermen ve buna rağmen hakkında çok fazla kelime kullanmaman sanki buna işaret ediyor. Bir söyleşinde okuyup edindiğim, edinmemle de başucu kitaplarımdan biri haline gelmiş Calvino'nun "Amerika Dersleri"ne dönüyorum sonra. Kitabın benim için en vurucu kısmı "Kesinlik" ilkesiydi. Calvino'nun bu ilkeye tersten bir başlangıç yaparak belirsizliğin şiirselliğine şapka çıkarması gibi, mümkün olduğunca az tanımlanan fotoğraflardan yola çıkan görsellerin, anlamlarla değil hislerle yüklü.

 

 

Bunun yanı sıra bazı fotoğraflar, vermek istediği mesajı çok ayan bir biçimde gösteriyor: Kıyı'daki kadın vajinasına denk gelen çiçek, "Japonya'da Avrupalı Gözler Projesi" kapsamında gerçekleştirdiğin "Japan Works"te kadın başını tutan erkek gibi. Bunların ayan beyanlığıysa bu ana kadar çalışmaları dayandırdığım bütün o his odaklı hikaye akışını bölüyor. Merak ediyorum, önceden planlandığını hissettiğim bu fotoğraflar, bu kadar içsel ve sözsüz fotoğraflarla nasıl harmanlanıyor.

 
Bu tekil karelere yüklenen büyük kodları düşününce ise, kafam daha da karışıyor: Tüm bu projeler, tekil fotoğrafların güzelliğiyle hikaye geleneği arasında nerede duruyor… Fotoğraflarda edebiyatın ve öykü geleneğinin etkisi buram buram hissedilmesine rağmen, hikaye anlatıcılığından ziyade çok sevilen bir uzun öykünün altı çizili satırlarına bakıyor gibi hissediyorum kendimi. Fotoğraf çekerken düşünceyi toparlayıp en gümüş görseli yakalamak mı bu çalışmalar yoksa o en gümüş olanın daha baştan belirlenmesi ve onun etrafında bir olay örgüsü yaratılması mı? Bazen de fotoğrafların her birinin görsel olarak bu derece cezbedici olması bir noktada ondan uzaklaşmama neden oluyor. Bir kitabın altı çizili satırları haricinin yok edildiğini, bu şiirsel görsellerin arasında boşlukların olduğunu hissediyorum. Bu boşlukların doldurulması beklenen yerler mi yoksa daha ziyade seyircinin kaybolması isteği mi olduğunu merak ediyorum.
 
Bolca sorguladığım, ancak yanıtlara ulaşamadığım bu çalışmaların içinde kaybolma halini ise çok, çok seviyorum.

Sevgiyle,
İpek

 

(1) "...Kuşlar, böcekler, hayvanlar, otlar, ağaçlar, çiçekler... Nasıl hissedeceğimi öğretin bana..."

https://www.youtube.com/watch?v=0t3yrIoNqws

(2) Kurtlarla Koşan Kadınlar, Clarissa P. Estes (Kitabı hediye eden Nazlı Deniz Oğuz'a sevgiyle.)