Rüya Olmayan Fotoğrafların Tabiri

#19
Şener Soysal
Hakkında Diğer Yazıları

"Bak Sana Ne Getirdim" kapsamında 2014 Ocak ayında Ka Atölye'de gerçekleştirdiğimiz söyleşimizin devamında on civarı insanın projelerini inceleyip heyecanlanmış, sonra da rakı sofrasında buluşmuştuk. Gece olduğunda Ankara'nın içimizi titreten soğuğunu bile umursamadan, misafir olacağımız evin sıcaklığına yürüdük. Tüm gün, hem etkinlik hem de insanların fotoğrafa dair heyecanı bizi beklemediğimiz kadar heyecanlandırmıştı.

Ev sahibimiz Oğuz gecenin sonunda "Size bir şey göstereceğim." diyerek sanıyorum 10×10 cm özenle baskı alınmış fotoğrafları birbiri ardına sehpaya dizmeye başlamıştı. Gördüğüm fotoğrafların dili beni çok etkilemişti. Bozkırlar vardı, uçsuz bucaksızdı kimisi. Babamın "Dağlar taşlar boş kalmasın diye yaradan bizi burada yaratmış." dediği bu topraklarda doğup büyüdüğümden olsa gerek, o sonsuz bozkır hali… Bazılarında tek tük ağaçlar, birinde bir kelebek… Gerçek dışı manzaralar bir yandan da; yansımalar, yanıklar, dokular… Bir de yattığı yerden hiç kalkmayacakmış gibi uyuyan bir amca. Fotoğraflara bakarken ben de rüya gördüğümü düşünüyordum.


Merhaba.

Bu metin, gördüklerimin bir rüya olmadığının göstergesi. Hatta rüya olmayan fotoğrafların tabiri olarak okunabilir. Zaten Oğuz Karakütük'ün Delta serisiyle bir gece yarısı karşılaşsam da bu yazıyı okuyanlar olarak sizlerin Elipsis Galeri'nin Edisyonlar 4 sergisinde, Mamut Art 2015'te ya da İstanbul Modern'de karşınıza çıkmış olabilir. Henüz şu an tanışıyorsanız da, ne mutlu!

Delta, kelime anlamıyla nehirlerin denize döküldüğü yerde oluşan verimli alana deniyor. Nehrin doğduğu yerden denize ulaşana kadar biriktirdiği tortular burada akışın yavaşlamasıyla dibe çöküyor ve verimli bir toprak alanı oluşturuyor. Bu kavram, Oğuz'un bu çalışmayı yaparken ilerlediği sürecin, kurduğu anlatım ve sonuçlarının tamamının bir parçası. Aynı zamanda proje, Oğuz'un hayata dair biriktirdiklerine eklenmiş görsel katmanlar olarak görülebilir.

Delta serisi, insan varlığının işaretleri olsa da gerçek dışıymış hissi veren fotoğraflardan oluşuyor. Sonsuza doğru peşi sıra devam eden boz tepeler, bir avuç ağacın olduğu meralar, toprak yollar, telefon direkleri, kendine has mağaralar gibi pek çok şey bu fotoğrafların unsurları. Bunlar pekala alışkın olduğumuz şeyler olmakla beraber, Delta fotoğraflarına yansıması pek de öyle değil. Alabildiğine boz tepelerin önünde çember şeklinde ekilmiş ağaçların olduğu fotoğraf bunun çok sevdiğim örneklerinden biri. Bu sahipsiz boşlukta bir yerin sahibinin olduğunun işareti olduğunu gösterdiği kadar, bana bu boşlukta neden böyle yuvarlakça bir alanın çevrildiğini de sorgulatıyor. Tam olarak anlamlandıramadığım bir şeyler var orası için. Keza ağaçların arasından görünen, üstü örtülü ve kocaman kütlenin olduğu fotoğraf da başka bir gerçekdışı öge. Örtünün altında yatan gerçeğin biçerdöver olduğunu düşünsem de emin olamıyorum, belki de enteresan bir uzay aracı çıkacak diye deli çıkıyorum. Bir de noktasal bir sürü ışığın birleşip yuvarlak bir şekilde yansıması gibi duran fotoğrafın etkisini de anlatmalıyım. Renk tonları ve formunun kurgulamışçasına olan kusursuzluğu heyecan veriyor.

Tabii tüm bu fotoğrafları doğadan gerçek dışı ögeler içeren manzara görselleri ya da dökümantasyon fotoğrafları olarak görmemek gerekiyor. Çünkü ne manzarayı estetize etmeyi amaçlıyor, ne bir yerleri belgelemeyi. Aksine manzara ögeleri içeren gerçek dışı fotoğraflar olarak tanımlamak daha doğru. Sonuçta Oğuz, kendi halinde hem bozkırların içinde, hem de büsbütün dışında; bir şekilde hislerinin peşinde yönlerde ve yollarda ilerliyor.

Oğuz ile bu yazıyı yazmadan önce yaptığım bir sohbette; ona bu yolculuklarda insanlarla ne kadar temasının olduğunu sorduğumda "Neredeyse hiç" yanıtını almıştım. Bu onun için sadece tabiatla karşılaştığı ve yalnız yaptığı kendine dair bir yolculuktu ve nitekim çıkan fotoğrafların dinginliğinin onun kişisel özelliklerini de yansıttığı kanaatindeyim. Bu soruyu sormamım sebebi ise fotoğraflardaki iki insandan biri olan ve bir ağaç altında yatan amca ile, çalışmanın başındaki alıntıyı örtüştürmem ve bu bunun gerçekliği konusunda bir ipucu yakalamaya çalışmam.



Yüzünde ufak bir tebessümle uyuyan bu amcanın olduğu fotoğraf, bana türlü masallardan, rüyalardan, anlatılardan birine aitmiş hissini veriyor. Belki bu nedenle bende uyandırdığı tanıdıklık hissi de çok kuvvetli. Oğuz'un çalışmasının başındaki alıntının ise Hulki Dede'ye ait olduğu yazıyor ve şöyle: "Biliyor musun tabiat bir şey söylemez aslında, biz de onu bu yüzden işitiriz." Fotoğraftaki adamın Hulki Dede olduğunu ve bu sözü Oğuz'a söyledikten sonra, sözün sahibi ve paylaşanı olmanın huzuruyla, tabiatın tatlı seslerinin ninnisine kulak vererek uyuduğunu düşünüyordum. Ancak dediğim gibi Oğuz iletişim kurmamıştı kimseyle ve bu düşüncem yanlıştı. Bu nedenle ne Hulki Dede, uyanıp bu sözü söylemişti; ne de Oğuz, bu amcayı uyandırmaya yeltenmişti. (Tabii ben de Oğuz'un yalancısıyım. Orada uyuyan dedenin masallardaki ya da "yedi uyuyanlar" efsanesindeki gibi yüzyıllarca uyuyacağını, şu an gitsem orada bulabileceğimi de düşünüyorum, hala Hulki Dede olabileceğini de. Hatta belki de Oğuz bu güzel sözün sahibi ama tüm naifliğiyle sözlü sanatını hayali bir karaktere bıraktı.)

Bilinç akışımı kendi haline bıraktığımda, Delta fotoğraflarıyla ilgili türlü hikayeler düşünürken buluyorum kendimi. Galiba Oğuz'un da olmasını istediği buydu. Delta süreci boyunca kendi yaşadığı deneyimlerin yansıması olan fotoğraflar, izleyicisine de farklı deneyimler sunuyor ve gerçekdışılık içinde türlü başka katmanlarda başka hikayelere gebe oluyor. Türlü medeniyetlerin de yaptığı gibi; bereketli nehri takip ve taklit ediyor; doğuyor, akıyor, taşıyor, dinginleşiyor, buluşuyor, paylaşıyor.

Pek sevgili bir arkadaşın çalışması hakkında; işin önüne geçmeyecek samimiyette, işin arkasında kalmayacak bir ciddiyette yazmak gerektiğini tekrar kavradığım zorlu bir yazma sürecinden son cümleleri okumaktasınız. Naifliği bir merhaba öncesine sığdırarak başlamış metnimi bir zorlanmanın itirafının ardından naiflikle bitirmek gerekliliğini hissettim. Oğuz'un fotoğraflarıyla aynı gün yüzyüze tanıştığım pek sevgili İpek Çınar, bu metin üzerine konuşurken her şeyi özetlercesine şöyle dedi: "Cem Abi'nin bir sözü vardır: ‘Anlam fotoğraftan kişiye geçmez, kişiden fotoğrafa geçer.' diye. İşte, ‘Tabiat bir şey söylemez. biz onu işitiriz.' hali tam da bu."
 

Oğuz Karakütük ile ilgili bilgi için tıklayınız.